Bir ülkede demokrasinin ve hukuk devletinin yerleşmesi, olgunlaşması ve derinleşmesi ancak o toplumun kendi tecrübeleriyle gerçekleşebilir. Geniş kitleler açısında kitabi bir eğitim değil, hayat mektebinin öğrettikleridir önemli olan. Bu, deneye yanıla ilerlenen uzun bir yoldur.
Bu ülkede toplumun büyük çoğunluğunun demokrasinin özünün sandık olduğunu öğrenmesi, askeri vesayetin her türlüsünün hem kötü hem de suç olduğunu kavraması için 28 Şubat’a kadar beklememiz, bu arada 4 darbe yaşamamız gerekti.
Burada, bir noktanın altını çizmek gerekir: Sandığın belirleyiciliği, milli iradeye saygı ve Meclis egemenliği kavramlarını kabullenmek ve savunmak sağ partiler için kolaydı. Zira, onlar sandık ne zaman ortaya konsa içinden çıkanın (Türkiye’nin sosyolojisi gereği) sağ-muhafazakar iktidarlar olacağını biliyorlardı. Zor olan, geleneksel kitle tabanının 1950’den beri yüzde 30-40’ı geçemediğini bilen sol kanadın sandığa inanması ve saygı göstermesiydi ve zaten asıl problem de bu noktada yaşandı.
Ama sonuçta, ister solcu ister sağcı söylemle ortaya çıksın, bütün darbeleri lanetleme; darbeler arasında ayrım yapmama; her şart altında Meclis egemenliğini savunma konusunda bir konsensüse varabildik.12 Mart ve 12 Eylül darbeleri gibi siyasetin “uçlarını” -solu, Kürtler’i ve milliyetçileri- hedef alan darbelere pek aldırmayan sağ ve muhafazakâr kitleler de, 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi dindar muhafazakar siyasi akımları ve kitleleri hedef alan darbelere aldırmayan -hatta alkışlayan- sol ve sosyal demokrat kitleler de nihayet darbenin iyisi olamayacağını gördüler.
Artık öyle bir noktadayız ki, darbecilik bir insana yöneltilebilecek suçlamaların en yüz kızartıcısı, hakaretlerin en büyüğü olarak algılanır oldu.
Gerek şart ama yeter şart değil
Bu toplumsal konsensüs, demokratik bir hukuk devleti olabilmek için gerek şarttı.
Ama yeter şart değildi.
Sıra, siyasetçilerin askeri vesayetçilerin elinden aldığı devleti nasıl kullanacağına gelmişti. Devleti nasıl hizmet örgütü haline getireceğimiz, nasıl ideolojisiz bir devlet yaratacağımız, devletin alanı ile sivil toplumun alanı arasındaki sınırı nereden geçireceğimiz; bireyin temel hak ve özgülükleri ile toplumun çoğunluğunun tercihleri arasındaki çelişkileri nasıl halledeceğimiz; çoğunluğun tercihlerini temsil etme iddiasındaki hükümeti nasıl sınırlayacağımız gibi çok önemli ve çok sayıda mesele ile karşı karşıya idik.
AK Parti-Cemaat çatışması, demokrasimizin henüz halledilmemiş bu sorun yumağının ortasında -ve aynı zamanda bu sorunların halledilmemiş olması yüzünden- patlak verdi ve bu sorunların çözümünü acil bir mesele olarak önümüze koydu. Öyle ki, artık Türkiye bu sorulara doğru cevaplar vermeden, ortaya çıkan çelişkileri doğru ele almadan ve çözmeden ilerleyemez.
Çözmemiz gereken yeni sorunlar
Daha somut olarak ortaya koyacak olursak:
Artık devleti atanmışların değil seçilmişlerin yönetmesi gerektiğini tekrarlayıp durmakla yetinemeyiz. Seçilmişlerin yönetim yetkisinin sınırlarını da daha ciddi tartışmalıyız. Farklı grup ve zümrelerin siyasi iktidarı paylaşma isteklerinin hangi noktaya kadar katılımcı demokrasinin gereği olduğunu; hangi noktadan sonra “sivil vesayet”ten ya da “zümresel vesayet”ten söz edilebileceğini tanımlamak zorundayız.
Artık dini siyasetten, devletten ve kamu alanından dışlayan jakoben laiklik anlayışını reddetmekle yetinemeyiz. Dindarların yönettiği bir ülkede farklı inançlara ve Müslümanlığın farklı yorumlarına özgürlük tanınıp tanınmadığına, ne kadar tanındığına da bakmak zorundayız.
Artık dindarların devletten dışlanmasının yanlış olduğunu söylemekle yetinemeyiz. Dindarların devleti yönetir hale geldiklerinde “dindar bir devlet” yaratmaya haklarının olup olmadığını; devlet eliyle “dindar bir toplum yaratma” hedefinin “ideolojisiz devlet” ilkesiyle uyuşup uyuşmadığını; bu hedefin meşru olup olmadığını da konuşmak zorundayız.
Artık dini cemaatlerin de sivil toplumun parçası olduğunu kabul etmekle yetinemeyiz. Cemaate mensup bireylerin devlet içinde görev almalarıyla, cemaat mensuplarının devlet içinde cemaat faaliyetleri yürütmeleri arasındaki farkı netleştirmek ve doğru ilkeler getirmek zorundayız.
Artık dini cemaatlerin de diğer sivil toplum kuruluşları gibi siyasi alana ilişkin fikirleri olabileceğini, eleştiriler ve öneriler yapabileceklerini kabul etmekle yetinemeyiz. Bu siyasi faaliyetin nereye kadar normal olduğunu, hangi noktadan sonra siyasi iktidarın icraatına müdahale niteliği taşıdığını ayırt etmek durumundayız.
Kısacası hayat bizi demokrasimizin yeni bir aşamasına geçmeye zorluyor. İyi ki de zorluyor. Önümüzdeki yeni aşama, din-siyaset-devlet arasındaki ilişkilerde hayatın önümüze getirip koyduğu yeni sorunları çöze çöze demokrasimizi daha derinlikli ve nitelikli bir hale getirdiğimiz bir aşama olacak.
Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.