İfade özgürlüğü ne yazık ki genel bir ilke olarak her toplum kesiminde kabul görmedi. Bunu söylerken kastettiğim ifade özgürlüğüne hiç saygı gösterilmediği değil. Ana çizgiler itibariyle bakıldığında bugünün Türkiye’sinde 1990’lardakine nispetle çok daha geniş ifade özgürlüğüne sahibiz. Bunun böyle olduğunu 1990’ları yetişkin olarak yaşayanlar gayet iyi bilir. Ancak, bu, hiç sorun olmadığı ve ifade özgürlüğü alanını genişletmek için çaba sarf etmemiz gerekmediği anlamına gelmiyor.
Neredeyse herkes kendisi için geniş ifade özgürlüğü talep etmekte. İş başkalarına gelince ifade özgürlüğünün niye “o kadar da değil!” olması için gerekçeler sıralamakta. Bu açıdan hemen her kesimin kırmızı çizgileri var. Diğerleri söz konusu olunca küfürden hakarete kadar uzanan bir yelpazede gezinenler, kendilerinin sevdiği, değer verdiği kişilerin veya fikirlerin eleştirilmesine tahammül edemiyor.
Türkiye’de ifade özgürlüğü önündeki engellerin en büyüğü Atatürk üzerinden yaratılmakta. Bunun kanıtı ülkenin AİHM’de aldığı ifade özgürlüğü ihlâli cezalarının çoğunun 5816 sayılı kanundan kaynaklanması. Türkiye bu engeli aşamazsa ifade özgürlüğünün ideal ölçülere yaklaşması çok zor.
Geçtiğimiz günlerde bir 10 Kasım daha yaşandı. Mustafa Kemal Atatürk anıldı. Hemen hemen tüm gazeteler ve yayın organları bilinen övgü ve minnet ifadelerinin kullanıldığı haberler ve yorumlar yaptı. Bir gazete ve onun televizyon istasyonu farklı bir tavır sergiledi. “Atatürk’ün 1938’de ölmesiyle zulüm bitti!” manşetini kullandı. Tahmin edileceği üzere bu yüzden ağır, küfürlü saldırılara uğradı, tehditler aldı. Kimi kişiler ve kesimler bunun hakaret, nankörlük, terbiyesizlik olduğunu, hakaret teşkil ettiğini, ifade özgürlüğü alanına girmediğini söyledi ve faillerin “en ağır şekilde” cezalandırılmasını talep etti.
Gazetenin kullandığı manşetin muhtevası tartışılır. Zulüm ile kastedilen tek parti rejiminin kimi icraatlarıysa, rejim Atatürk’ün ölümünden sonra da devam etti. İnönü Atatürk’ün yerini aldı. İnsan hakları ihlâlleri koyulaştı. Rejim istikrarlı bir diktatörlük statüsünü kazandı. Dolayısıyla, manşette yanlışlar var. Bununla beraber, bu bir bakıma teferruat. İfade özgürlüğü sadece “doğru” fikirleri kapsamaz. Esasen herkesin paylaştığı bir doğru fikir neredeyse yok gibidir. Açık toplumda böyle bir şey olmasını bekleyemeyiz. Olması da fayda sağlamaktan çok zarar verir.
Elbette, en ağır eleştiriler bile edepli yapılmalı. Şahıslara küfre ve hakarete dönüşmemeli. Kişilikleri değil fikirleri ve icraatları hedef almalı. Nazik bir dil eleştiriye engel teşkil etmez. Kaba dil kullananlar çoğu zaman etkili eleştiri yapmaktaki yetersizliklerini sert sözler kullanarak örtmeye çalışanlardır. Ancak, bu tavır kişisel tatminden fazla sonuç vermez ve eleştirilere güç katmaz. Hepimizi Türkiye’de edepli eleştiri dilinin geliştirilmesi için dikkat ve çaba sarf etmeliyiz.
Bununla beraber, eleştirinin alanını da geniş tutmamız gerekir. Bu çerçevede elbette Atatürk’ün fikirleri, icraatları da eleştirilebilir. Hatta özellikle eleştirilmelidir. Bugün Atatürkçülük bir dogmaya dönüştüyse ve bağlananlarının düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini ciddî biçimde köreltiyorsa, bunun ana sebebi Atatürkçülüğün eleştirilmesine müsaade edilmemesi. Atatürkçülüğe yönelik her eleştiri Atatürk’e yönelik bir hakaret gibi sunulmakta ve şiddetle mukabele görmekte. Bu ne Atatürkçüler ne de Türkiye için sağlıklı bir durum.
Şüphe yok ki, Atatürk bu ülkenin tarihinin bir parçası. Her tarihî figür gibi sevaplarıyla günahlarıyla toplumsal hafızamızın ve birikimimizin parçası. Atatürkçüler de toplumun en az diğer kesimleri kadar şerefli ve eşit üyeleri. Onların var olması ve gelişmesi memleketimize büyük katkı sağlar. Bu yüzden, Atatürk ve Atatürkçülük eleştirileri edepli bir dille yapılmalı ve Atatürkçüler daha tahammüllü olmalı, eleştirilere küfürlerle ve tehditlerle değil karşı fikirlerle cevap vermeye çalışmalı.
Yeni Yüzyıl, 14.11.2015