Son günlerde, cemaatle hükümet arasında epey zamandır ‘nice alametleriyle belirmiş’ olan ve önce gerilmeye, sonra ayrılmaya, sonra da çatışmaya götüren gelişmelerle ilgili bol miktar ve çeşitlilikte görüşler sert edilmiş, halen de edilmektedir. Bu görüşlerde dikkat çeken dominant özellik, çok kesin ve kesif bir tarafgirliktir. Böyle olması aslında normaldir; çünkü bu olay sosyal niteliktedir (yani sosyal bilimlerin sahasına inhisar eden bir meseledir) ve sosyolojinin daha ilk dersinden itibaren öğrencilere anlatıldığı gibi, 1- sosyal bilimlerde kesinlik yoktur ve yüzden de 2- onun alanına müteallik vakalara ilişkin yorumlar, değer ve yargıdan (veya değer yargılarından) vareste değillerdir. Böyle olduğu için de gözlemci bir sosyal olayı yorumlar veya değerlendirirken, aidiyetinin ve yetiştiği zihnî/kültürel atmosferin kendisine hamlettiği duruş, duyuş ve bakışın etkisi altındadır. Yorum ve değerlendirmelerinin bu etkiyi az ya da çok yansıtmasının nedeni budur.
Mamafih, bugün gelinen noktada konuyu mümkün mertebe bilim adamı tarafsızlığı ve soğukkanlılığıyla ele alma ihtiyacı âciliyet kesbetmiştir. ‘Kutsal ittifakın çözülüşü’ gibi mitik ifadelere de konu olan bu ihtilâfın nasıl okunması gerektiğine ilişkin olarak hiddetten arî ve himmetten berî ‘objektif’ bir değerlendirme yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Birinin veya birilerinin bunu acilen yapması lazımdır. Bu yazı, böyle bir iddia taşımamakta, ancak belli başlı üç tespitten hareketle tarafeyni düşünmeye davet etmektedir. Bu tespitler, 1- Ak Parti’nin Türkiye’de anaakımı temsil ettiği, 2- cemaatin bu yüzden gittikçe saldırganlaştığı ve 3- izan ve insaf dairesi içinde kalındığı ve bel altı vuruşlara tevessül edilmediği taktirde, bu ayrışmanın demokratik ve lâik Türkiye’nin geleceği açısından (yaygın kanaatin aksine) sağlıklı bir gidişe işaret ettiğidir. Şimdi bunları biraz açalım.
AK PARTİ TÜRKİYE’DE ANAAKIMI TEMSİL EDİYOR
Bugün Ak Parti programıyla, kimliğiyle, ideolojisiyle, icraatıyla ve aktörleriyle Türkiye’nin ortalamasını yansıtıyor. Sosyal (kültürel – dini) alanda muhafazakâr, siyasal alanda demokrat, ekonomik alanda liberal olan ama devletin kadîm paternalist tavrını bütün bu alanlara inhisar ettirip, onlarla ilginç bir şekilde mezcedebilmeyi başaran bu siyasal parti, Türk siyasal hayatında varlık/görünürlük kazandığı daha ilk günden beri vatandaşların kahır ekseriyetinin tasvibine mazhar olmaktadır. Hatta bu mazhariyet, kritik dönemlerde (mesela 12 Eylül Anayasa Referandumu) % 58 gibi çok yüksek seviyelerde gerçekleşebilmektedir. Ülkenin neredeyse her bölgesinde birinci parti, birinci olmadığı bölgelerde ise mutlaka ikinci parti konumundadır. Türk siyasal hayatında benzersiz (biricik) olan bu durum aslında bir olguya (fact-gerçek) işaret ediyor; o da Ak Parti’nin bugün bir ‘Türkiye partisi’ olduğu ve ortalama Anadolu insanının kimliği, inançları, değerleri, özlemleri, beklentileri ve tercihleriyle tam da kendisini yansıttığıdır.
Kısacası, Ak Parti mevcudatı, fikriyâtı, zikriyâtı ve icraâtı ile Türkiye’de anaakımı temsil ediyor. Dolayısıyla, ona yönelen herhangi bir itiraz veya muhalefetin sahipleri, ortalama Anadolu insanının nazarında anaakımdan ayrılma, dolayısıyla sosyolojide ve sosyo-psikolojide ‘sapma’ (aberration – deviance) diye tesmiye edilen bozuk davranışla yaftalanma bedbahtlığına mahkûm oluyor. Sosyolojide sapma, ‘bir toplumsal bağlam içinde sosyal açıdan kabul edilebilir yani ‘normal’ sayılan bir davranışın dışına çıkmak’** demektir. Bu arada ‘sapma’ kavramının belli oran ve derecelerde suç ve suçluluk içerdiğini de akılda bulundurmak gerekir. Demek oluyor ki, Ak Partinin karşısına dikilen herhangi bir parti, kişi veya oluşum, sıradan bir Anadolu insanının gözünde ‘suçlu’ konumundadır. CHP’nin ‘değerler üzerinden’ muhalefet yapmayı terk etme ihtiyacı duyması kısmen, ama bundan sonra oylarını az da olsa artırması kesin bundandır.
CEMAAT (BU YÜZDEN) GİTTİKÇE SALDIRGANLAŞIYOR.
‘Haksız olan saldırganlaşır’ sözünün bir yansıması mıdır nedir bilmem ama en azından şundan eminim ki, cemaatin her geçen gün daha saldırgan bir tavır sergiliyor olmasının nedeni, tam da bundan yani ortalama Anadolu insanının algısı açısından şimdilik ‘heretik’ olmasa da en azından ‘haksız’ duruma düştüğünün farkında olmasıdır. ‘Şakirtler’ tarafından sosyal medyada sarf edilen dehşetengiz küfür, hakaret, tehdit, iftira ve itham dolu ifadeler dudak uçurtacak nevidendir. Kendileri gibi düşünmeyenleri ‘İRAN ve ŞİA ajanlığıyla’ suçlamakta, buna tepki olarak toplum tarafından kendilerine ‘CIA ve MOSSAD ajanlığı’ ithamının yöneltilmesine isteyerek veya istemeyerek sebep olmaktadırlar. Kavga her geçen gün biraz daha büyümekte, bir sarmala dönüşmekte ve içinden çıkılmaz hale gelmektedir.
Cemaatin bu saldırgan tavrı karşısında hükümet kanadından sergilenen serinkanlı ve kendinden emin yaklaşım oldukça dikkat çekicidir. Zaman zaman ayarının şaştığına şahit olunsa da, ‘sırtında yumurta küfesi taşıma’ bilinci ve sorumluluğuyla hareket ettiği aşikâr olan devlet ve hükümet erkânından sergilenen bu olumlu tavır, ilginçtir, cemaat mensuplarını daha da öfkelendirmektedir. Fethullah Gülen Hoca’nın kanları donduracak korkunçluktaki meşhur (yoksa ‘meşum’ mu denmeliydi?) bedduası, bunun en bâriz göstergesidir. Keza, Hoca’nın ‘Nemrut’ ve ‘Firavun’ benzetmesini hükümet kanadı üstüne alınınca veya medya tarafından kamuoyuna o şekilde lanse edilince, Hoca ‘kendisinin bir ad zikretmediğini ama üstüne alınanlar için de yapabileceği bir şey olmadığını’ söylemiş, ancak Başbakan ‘inlerine gireceğiz’ derken herhangi bir ad zikretmediği halde, Hoca üzerine alınıp anında ‘biz goril miyiz’ cevabını yetiştirme gereği duymuştur. Neticede bugün itibariyle gelinen noktada, ipler kopmuş (17 Aralıktan önce ‘ipler gerilmiş’ tabiri daha uygundu ama şimdi bu safha çoktan geçildi) ve saflar iyice belirginleşmiştir. Bu durum, üçüncü tespite götüren yolun kaldırım taşlarını döşer niteliktedir.
BU AYRIŞMA SAĞLIKLIDIR
Demokratik ve lâik olduğunu iddia eden bir devletin herhangi bir dine veya ideolojiye resmiyet tanıması nasıl doğru değilse, herhangi bir dini veya ideolojik gruba diğerlerinden daha yakın durması da doğru değildir. Ak Parti hükümetinin Fethullah Gülen Cemaati ile bugüne kadarki ilişkileri, bırakın bir dinî gruba diğerlerinden daha yakın olmayı, neredeyse ona dayandığı hatta onunla özdeşleştiği yorumlarını haklı çıkartacak sıcaklıktaydı.
Lâik bir devlette halkın kahır ekseriyeti belli bir dine mensup olsa bile, o devlet yine de halkının çoğunluğunun dinini resmi olarak benimseyemez. Devletin azınlıktaki gruba baskı yapmaması durumu değiştirmez; azınlığın kendisini baskı altında hissetme ihtimali bile, devletin lâik olmasını gerektirir. Kaldı ki, Ak Parti’nin çok net bir şekilde özdeşleşme görüntüsü verdiği Fethullah Gülen Cemaati, bırakın halkın çoğunluğunu, çok küçük bir azınlığı teşkil ve temsil etmektedir. Çünkü bu cemaat, 1- dünya üzerindeki yüzlerce, Türkiye’de ise onlarca dinden sadece birini (İslâm), 2- o dinin içindeki onlarca fırkadan sadece birini (Ehl-i Sünnet vel-Cemaat), 3- o fırkanın içindeki en az dört mezhepten sadece birini (Hanefilik), 4- o mezhebin içindeki onlarca cemaatten sadece birini (Risale-i Nur) ve 5- o cemaatin içinde de sadece bir yorumu (Fethullah Gülenciler) temsil etmektedir. Yani bu cemaat, halkın çok küçük bir azınlığına tekabül etmektedir. Hükümetin bu azınlığa dayanma, onunla özdeşleşme ve ona râm olma görüntüsü vermesi, lâik olduğunu iddia eden bir devlet ve yönetim açısından zaten çok büyük bir hataydı. Dolayısıyla, şu an itibariyle gelinen noktadaki bu ayrışma, demokratik ve lâik bir devletin gerekleri açısından son derece sağlıklıdır. Yeter ki izan ve insaf dairesi içinde hareket edilsin ve (Numan Kurtulmuş’a yapıldığı gibi) iftiralara ve bel altı vuruşlara tevessül ve tenezzül edilmesin.
SONUÇ
Bugün gelinen noktada hangi tarafın kazanacağı ile ilgili olarak şimdiye kadar yapılan analizlerdeki ortak kanaat, bu kavganın kazananının olmayacağıdır. Merak edilen ve tartışılan şey, en çok hangi tarafın kaybedeceğidir. Bazı analistlerin hayret verici bir şekilde, ‘Ak Partinin çoktan kaybettiği bir savaşı anlamsızca sürdürdüğü’ şeklinde çok kesin ve bir o kadar da ‘anlamlı’ bir sonuca vardıkları görülüyor. İnsan böyle yorumları görünce, Fethullah Gülen Hoca’nın kendisine ve cemaatine çok şey kaybettirecek bu kavgayı daha ileriye götürmemesi için kendisini uyaracak tek bir tane bile gerçek dostu kalmadığını düşünerek üzülmeden edemiyor doğrusu.
Cemaate bağlı yayın organlarında yazı yazan kalem erbabından, düşünce namusunu önemsediği bariz bir şekilde belli olan ikisi (Gülay Göktürk ve Etyen Mahçupyan) haricinde hepsi, tabir yerinde ise ‘yangına körükle koşuyor’. Cemaati (kendilerini) ‘sütten çıkmış ak kaşık’ nezahetinde görürken, hükümete ‘günah keçisi’ muamelesini reva görüyorlar. Hâlbuki bu yazarların hepsi, çok kısa bir süre öncesine kadar, hükümetin her icraatına koro halinde alkış tutuyor, tezahürat yapıyorlardı (düşünce namusuna sahip olanlar ise, o zaman da hükümetin yanlış olduğunu düşündükleri icraatından memnuniyetsizliklerini izhar etmekten çekinmiyorlardı). Son zamanlarda Cemaat yazarlarının bir kısmının ‘Ak Parti’nin kapatılması gerektiğini’ söyleyebilecek kadar ‘feleklerinin şaştığını’ müşahede etmek çok üzücü doğrusu.
*Yrd. Doç. Dr., LiberalVAN Başkanı
** Jarry, David and Julia Jarry, Dictionary of Sociology (GLASGOW: Harper Colins Publishers, 1991), p. 160.