Bugün 14 Mayıs. Bundan tam 70 yıl önce Türkiye adeta bir siyasî mucizeyi gerçekleştirerek tek parti diktatörlüğünden demokrasiye geçti. Bugün bile bunun ne anlama geldiği ve niye bu kadar önemli olduğu bazen olması gerektiği gibi kavranamıyor.
Türkiye Osmanlı’nın son yıllarında anayasal monarşiye doğru gelişmekte olan bir ülkeydi. Padişah’ın egemenlikteki payı ve yürütmedeki yetkileri gitgide daha fazla Meclis-i Mebusan ve Heyet-i Vükela ile paylaşılmaktaydı. Muhtemelen bu yolda ilerlemek Türkiye için en isabetli olanıydı. Bu yolda devam edilebilseydi Türkiye bugün Avrupa’nın en istikrarlı demokrasilerini teşkil eden anayasal monarşiler arasında yer alıyor olabilirdi. Ancak, Millî Mücadele’nin ardından şekillendirilen, cumhuriyet olduğu iddia edilen ama aslında geniş ve doğru anlamda cumhuriyet olmayan bir rejimle, hem siyasî haklar hem de temel haklar ve özgürlükler bakımından geriye gidiş oldu.
Cumhuriyet olduğu iddia edilen rejim, başında yaklaşık 25 yıl boyunca kendi kendilerini seçen, halka hesap vermek durumunda olmayan ve toplumu tam bir kontrol altında tutmayı hedefleyen siyasilerin bulunduğu bir rejimdi. Bu rejimin kurucuları bir modernleşme projesiyle siyasî güç tekelciliğini iç içe geçirdi. Siyasî çoğulluğu ve tam demokratik seçimleri bırakın, Osmanlı’daki ölçüsünde dahi halkın sistem üzerinde etkisinin olmasına izin vermedi. Bu rejim otoriterizm- totaliterizm karışımı bir rejimdi. Kurucuları siyasî sistemi şekillendirmekle yetinmeyen, bireyi ve toplumu, ne iseler o olarak kabul etmek yerine, yeniden yaratmak isteyen bir felsefeye demir attı.
1940’ların ortalarına gelindiğinde sistemin başarısız olduğu tescillenmişti. Zaten Mustafa Kemal arkasında bir diktatörlük ve büyük bir sefalet miras bırakacak olmasına üzüldüğünü ifade eden sözler sarf etmişti. Gerçekten halk bir mütegallibe sınıfının tahakkümü altındaydı. Sefalet diz boyuydu. Menderes’in temel hedeflerinden birinin halka şeker yedirmek diğerinin ayakkabı giydirmek olduğunu söylersem sefaletin boyutları daha iyi anlaşılır.
Rejim devam ettirilemez durumdaydı. Savaş sonrasında yeniden şekillenen dünya Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorluyordu. Türkiye’nin sistemi demokratik Batı’nın değil totaliter devletlerin sistemine daha yakındı. Ama Sovyetler Birliği’nin bir dış güvenlik problemi oluşturmaya başlaması Türkiye’yi Batı’ya yönelmeye itti. Millî Şef İsmet İnönü demokrasiye geçme kararı aldı. Partisinin ileri gelenleri kendileri için yaklaşan felaketi gördükleri için bunu engellemeye ve İnönü’yü kararından vaz geçirmeye çalıştılar. Ama İnönü sözüne sadık aldı. Böylece mütehakkim bir tek parti rejimi bir iç çatışma yaşanıp oluk gibi kan akmadan ve fiilî bir dış müdahale de olmadan değişti. Bunda aslan payı elbette Menderes’e ve Demokrat Parti’ye aitti. Ancak, İsmet İnönü de katkıda bulundu.
Türkiye demokrasiye geçtiğinde önünde emsal alabileceği bir tecrübe yoktu. Biraz el yordamıyla ilerlemek mecburiyeti doğdu. O zamanın liberalleri hem diktatörlüğe karşı yazıp konuşarak hem de seçim sisteminin oluşturulmasına etki ederek demokrasiye geçişe katkıda bulundu. Bu süreç içinde CHP’nin mutlaka tasfiye edilmesi veya olağan bir partiye dönüştürülmesi gerekirdi. Maalesef bu yapılmadı veya yapılamadı.
Türkiye’nin başarısının ne kadar büyük olduğu 2020 yılının şu günlerine kadar hâlâ başka hiç bir Müslüman ülkede bu başarının tekrarlanamamış olmasından anlaşılabilir. Demokrasimiz mükemmel değil. Siyasî kültürümüzdeki anti-demokratik ögelerden siyasî üsluba, usul kurallarına sadakatte zaaftan sol ve sağ devletçiliğin sivil toplum alanlarını işgal etmesine kadar uzanan birçok problemimiz var. Defalarca darbe ve darbe teşebbüsleri gördük. Ancak, ne olursa olsun demokrasi yolunda ilerlemekten vazgeçmedik. Bundan sonra da böyle olacağına inanıyorum.
Bu günün önemini ve değerini yansıtan en önemli adım Liberal Düşünce Topluluğu’nun yıllar önce 14 Mayıs’ı Hürriyet ve Demokrasi günü olarak kutlamaya başlaması oldu.
14 Mayıs Hürriyet ve Demokrasi bayramımız kutlu olsun.