Kafa karışıklığını engellemek için okuyucuya bazı temel bilgileri hatırlatarak konuya girelim. Parlamenter sistem başkanlık sistemi tartışması rejimle değil hükümet sistemiyle ilgili. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine veya başkanlık sisteminden parlamenter sisteme bir geçiş gerçekleştiğinde rejim değişmez, sadece hükümet sistemi değişmiş olur. Buna karşılık, meselâ, cumhuriyetten monarşiye, demokrasiden otoriter veya totaliter sisteme geçilirse rejim değişir.
Kuşku yok ki, hükümet sistemi değişikliği de çok önemli bir olay. Her yönüyle ele alınması gereken bir tercih. Bununla beraber, tartışmayı rejim tartışmasıymış gibi sunmak anlamsız ve yararsız. İki ana hükümet sistemi var: Parlamenter sistem ve başkanlık sistemi. Dünyadaki demokratik ülkeler bu ikisinden birini seçmiş durumda. Bir de, melez sistem sayılacak yarı başkanlık sistemi mevcut.
Türkiye 1950’de demokrasiye geçtiğinde parlamenter sistemi tercih etti. Fakat 1950’lerde tek partiden demokrasiye ve parlamenter sisteme geçişi sağlıklı kılacak anayasal/yasal mevzuat ta siyasî kültür ve zihniyet te hazır eğildi. 1960 darbesinden sonra parlamenter sistem tercihi belirginleşti ve anayasal dayanak kazandı. Gel gör ki, yeni sistem inşa edilirken demokrasinin temel ilkelerine uymak, etkinlik ve istikrarı gözetmek yerine, halkın tercihinin sonuçlarının ve etkilerinin daraltılması arzusu ağır bastı.
Bürokratik vesayet sisteminin mimarları şöyle düşündü: Öyle bir sistem kuralım ki, cahil halk tabakaları kimi seçerse seçsin, gerçek iktidar devlet elitlerinin, yani asker bürokratların ve onların sivil uzantılarıyla dayandıkları toplumsal tabakaların elinde kalsın. Bu amaçla yürütme bazen demokratik hükümetlerin tamamen işlevsiz kalacağı şekilde iki başlı hâle getirildi. Parlamento tarafından seçilecek cumhurbaşkanına parlamenter sistemlerde verilmesi düşünülmeyecek yetkiler tanındı.
Bu düzenlemede içkin tehlikenin farkına varılamadı veya bu tehlike önemsenmedi, beklenti cumhurbaşkanlığı makamının daima bürokratik iktidarın elinde kalacağı, asla “yanlış adamların”, “ötekilerin” eline geçmeyeceğiydi. Beklenti boş çıkmadı. Uzun zaman boyunca, mekanizma hayli başarılı çalıştı. Ancak, sistem zaman zaman zorlamalarla karşılaştı.
Merkez sağdaki hemen hemen tüm güçlü liderler demokratik iktidara gerçekten sahip olabilme amacıyla anayasal değişiklik istedi ve bazen başkanlık sistemini talep etti. En büyük zorlama AK Parti iktidarıyla geldi. AK Parti karşıtı güçlerin tavrı hem zorlama arzusunu teşvik etti hem de zorlamayı meşrulaştırdı. 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan ve bugün “367 olayı” diye bilinen hukuk rezaleti iktidarı sistemi revize etmeye itti. 2007 seçimlerinde sağlanan çoğunluk AK Parti’nin elini rahatlattı ve Ekim’de yapılan referandumda halkın evet demesiyle cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi düzenlemesi hayata geçirildi.
Hükümet sistemimizin ne olduğu zaten belirsizdi. Cumhurbaşkanları gönüllü olarak yetkilerini kullanmadığı sürece bir tür parlamenter sisteme benzemekteydi. Ancak, devlet elitleri kritik zamanlarda bu yetkileri kullanarak seçilmiş hükümetleri sınırlamaktan, engellemekten, terbiye etmekten çekinmemişti.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sistemi parlamenter olmaktan daha da çıkartacağı belliydi. Siyaseti akılla ve ilkeyle değil nefretle yapan egemenler beceriksiz satranç oyuncusu gibi sonra gelecek adımları tahmin edemedi.
Halk oyuyla doğrudan doğruya seçilmiş bir cumhurbaşkanının bulunduğu bir ülkede klasik parlamenter sistemi muhafaza etmek olanaksız değilse de çok zor. Daha doğrudan söylersek, Türkiye hükümet sistemini revize etmek mecburiyetinde. Bunu önlemek imkânsıza yakın. Bu yüzden, “değişmeyiz” ve de “değiştirtmeyiz” söylemleriyle ayak diremek yerine hangi istikamette ve ne gibi özelliklere sahip değişikler yapılacağı üzerinde odaklanmak daha akıllıca olacaktır. Bunu yapması gereken ise hem iktidar hem de muhalefettir.
Yeni Yüzyıl, 11.11.2015