31 Ağustos 2017 tarihinde Hakkâri’nin Oğul (Tale) Köyü Kanireş mevkiinde SİHA’larla (Silahlı İnsansız Hava Araçlarıyla) bir operasyon yapıldı. Hakkâri Valiliği bir gün sonra yaptığı yazılı açıklamada, söz konusu operasyonda “4 BTÖ (bölücü terör örgütü) mensubunun etkisiz hale getirildiğini” ve “teröristlerle toplantı halinde bulundukları sonradan anlaşılan 4 işbirlikçinin yaralandığını” bildirdi. Yaralılardan Mehmet Temel, Hakkâri Devlet Hastanesi’nde tedavi altındayken hayatını kaybetti.
Valiliğin açıklaması bir garipti. Evvea “toplantı halinde bulundukları sonradan anlaşılan” ne demekti? Kişiler “önce” vurulmuş, “sonradan” mı toplantıda oldukları anlaşılmıştı? Yoksa “toplantı halinde bulunduklarına” Valilik “sonradan” mı karar vermişti? Bunun operasyonu temize çıkarmak için daha doğru olacağını mı düşünmüştü?
Hem o “işbirlikçi” sıfatı da neyin nesiydi? Herkesten önce devletin ve devletin memurlarının hukuka ve hukuki dile riayet etme yükümlülüğü yok muydu? Öyleyse yasadışı örgütlerin –örgüt içi ve örgüt dışı cinayetleri meşrulaştırmak adına — başvurdukları bir kavramı, valilik nasıl olur da vatandaşlar için bu kadar rahat kullanabilirdi? Haklarında herhangi bir hüküm bulunmayan yurttaşları örgüt jargonuyla mahkûm etmesinin altında yatan neydi? Yoksa hukuku yerle bir eden bu acul dilin gayesi, hukuka ters düşen birtakım eylemleri örtmek miydi?
6 Ağustos’ta yine Hakkari’de — Şemdinli’de — güvenlik güçleri bir köye operasyon yapmıştı. Köydeki gözaltına alma işlemleri esnasında altmışın üzerinde köylünün güvenlik güçlerince darp edildiği iddia edilmişti. Valilik hemen bunu yalanlamış, iddiaların “terör örgütünün propagandasını yapmak maksadını taşıdığını” belirtmişti. Ne var ki sonradan bu iddialar belgelenmiş, Savcılıkça soruşturma başlatılmış, halka kötü muamele ettikleri tespit edilenler görevden alınmıştı (http://serbestiyet.com/yazarlar/vahap-coskun/skenceye-sifir-toleranstan-sira-dayagina-810400). Yani Valiliğin parlak bir sicili yoktu; iddialara gösterdiği reaksiyon akıldaki suallere cevap oluşturmuyor, tersine soru işaretlerinin sayısını çoğaltıyordu.
Somut iddia
CHP İstanbul milletvekili Sezgin Tanrıkulu, bir milletvekilinin yapması gereken en tabiî işi yapıp bu soruların peşine düştü ve çok mühim bir iddiayı gündeme taşıdı. Tanrıkulu, SİHA ile gerçekleştirilen operasyonda sivil vatandaşların vurulduğunu iddia ediyordu. Genel suçlamalar içeren, zaman ve mekân belirtmeyen, mağdurları ve failleri belirsiz kılan, kısaca sırf adından söz edilsin ve lâf olsun diye kamuoyunun önüne atılan bir iddia değildi bu. Aksine, son derece somut bilgilere yaslanıyordu.
Zira Tanrukulu, tek tek şahısların isimlerini, yaşlarını ve mesleklerini belirtiyordu. Ne iş yaptıklarının, nerede çalıştıklarının, nerede ikamet ettiklerinin malumatını veriyordu. Medeni ve hukuki durumlarını (sabıkasız olduklarını) ortaya koyuyordu. “İşbirlikçi” diye damgalanan şahısların olaydan bir hafta önce aynı yerde yaptıkları pikniğin fotoğraflarını gösteriyordu. Tanıklarla ve şahısların aileleriyle yaptıkları görüşmelerden elde ettiği bilgileri kamuoyunun dikkatine sunuyordu.
İddianın somutluğu, yanlışlanmasını da doğrulanmasını kolaylaştırıyordu. Hiç öyle bağırmaya, çağırmaya, hakaretler yağdırmaya, ortamı alevlendirmeye gerek yoktu. Yapılması gereken belliydi: Bahse konu olan, bir milletvekilinin belgelerle desteklediği vahim bir iddiaydı. Gerçeğin tüm boyutlarıyla bilinmesini sağlamak için hükümet idari soruşturma, yargı organları adli soruşturma başlatmalıydı.
Cevap yerine hamasi nutuk
Kamuoyunu yakından ilgilendiren bir mesele olduğu için de adli ve idari tahkikatının neticesine dair topluma bilgi verilmeliydi. Netice iki türlü olabilirdi: İddianın yanlışlığı kanıtlanırdı. O halde Tanrıkulu’nun bir açıklama yapma borcu doğardı; böyle bir yanlışlığa neden düştüğünün siyasi hesabını vermek zorunda kalırdı. Ya da iddia doğrulanırdı. O vakit de sorumlular idari ve adli müeyyidelere çarptırılırdı.
Lakin böyle olmadı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, kabinenin nerdeyse tümü ve iktidara yakın medya Tanıkulu’na karşı çok sert sözler sarf etti. “Cevap verdiler” diyemeyeceğim; çünkü ortada bir cevap yoktu. İktidar her bir iddiayı çürütecek serinkanlı izahatlar yapmadı, bunun yerine somut olaya değinmeyen hamasi nutuklara sığındı. “SİHA’lar terörle mücadelede çok önemli”ydi. “Bugüne kadar 3000 teröristi SİHA’lar imha etmiş”ti. “Tanrıkulu kimin temsilcisi”ydi. “Devlet, teröriste kimlik mi soracak”tı. “Terörle mücadelenin her aşaması hukuk içinde sürmekte”ydi. “SİHA’ların sivil vurduğunu söylemek teröristlerin ekmeğine yağ sürmek”ti, vs.
Ölümcül ve orantısız güç
Kısacası, iktidar çok laf etti ama bahsi geçen olayda maddi gerçeğe ulaşmayı sağlayacak bir şey söylemedi. Onların yapması gerekenleri barolar yaptı. Diyarbakır, Van ve Hakkari barolarından oluşan bir heyet operasyonla ilgili bir çalışma yaptı ve rapor yayınladı. Heyet, Hakkari Valiliğiyle, Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığıyla, operasyonda yaşamını yitiren Mehmet Temel’in ailesiyle, operasyonda yaralanan ve akabinde tutuklanan İbrahim Sak ve Musa Tarhan ile görüşmeler gerçekleştirdi.
Mehmet Temel’in ailesi, heyet üyelerine, 37 yaşında ve üç çocuk babası olan Temel’in Hakkari’de ikamet ettiğini, tesisat işlerinde çalıştığını ve ildeki birçok resmi kurumun tesisat işlerini yaptığını belirtmiş. Hattâ olaydan bir gün önce Ağız ve Diş Hastahanesi’nin tesisatını döşediğinin altını çizmişler. Temel’in, olayın meydana geldiği Kanireş mevkiine arkadaşlarıyla birlikte piknik yapmak için gittiğini söylemişler.
Tutuklu bulunan Sak ve Tarhan, güvenlik makamlarına ve adli birimlere verdikleri ifadelerinin aynısını heyete de tekrar etmişler. Her ikisi de şehirden piknik için yola çıktıklarını, şehir merkezinin çıkışındaki polis noktasında kontrolünden geçtiklerini, ceviz ağaçlarıyla kaplı Kanireş mevkiine vardıklarını belirtiyorlar. Daha sonra oraya bir aracın geldiğini, içinden silahlı kişilerin indiğini ve kendilerine “Burada ne arıyorsunuz?” diye sorduklarını söylüyorlar. Bu esnada büyük bir patlamanın gerçekleştiğini anlatıyorlar.
Heyet yaptığı görüşmelerin ve incelemenin ışığında, SİHA saldırısında yaşamını yitiren Temel ile yaralanan üç kişinin “Hakkâri ilinde tanınan, il merkezinde ikamet eden, her biri farklı işlerde çalışan, evli ve çocuk sahibi sivil kişiler olduğu”nu tespit etmiştir. Heyet “Ulusal ve uluslararası mevzuat göz önüne alındığında, müdahalenin sivil yerleşim ve yaşam alanlarına yakınlığı, kullanılan ölümcül gücün demokratik bir toplumda mutlak zorunluluk halleri kapsamında sonuçları itibariyle orantılı olamayacağı kanaatindedir.”
Kutsiyet perdesi
Heyete göre, hukuk devletinin bir gereği olarak, yaşanan olay askeri, idari ve adli yönleriyle ayrıntılı bir şekilde araştırılmalıdır. Bu bağlamda Heyet, TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nu göreve davet etmiştir.
Ancak TBMM’nin konuya el atmasını bırakın; TBMM üyelerinden biri konuyu gündeme getirdi diye hakkında soruşturma başlatıldı. Bu, çok vahim bir durumdur. Çünkü eğer bir askeri operasyonda hukuk dışı işler olduğunu öne süren bir vekile soruşturma açarsanız, bu gözdağı olarak algılanır. Bununla SİHA’ların etrafına bir koruma duvarı örersiniz. Üzerine örtüğünüz kutsiyet perdesi SİHA’ları hukukun ötesine taşır ve artık bu araçlarla yapılan operasyonların hukuki olarak sorgulanması imkansızlaşır.
Kimsenin hukuk devleti ilkelerini SİHA’larla vurmaya hakkı yoktur.