Hoşgörü Erdemi

Bugün her ne kadar evrensel bir değer olarak görünüyorsa da, tarihsel olarak hoşgörünün kaynağı liberalizmdir. Hoşgörü ta John Locke’tan beri liberalizmin temel değerlerinden biridir. Hoşgörü fikrinin Batı uygarlığının şekillenmesinde hatırı sayılır bir rolü olmuştur. Şüphesiz bu, Batılı toplumların tarihin her döneminde “hoşgörü”yü temel bir değer olarak benimsemiş oldukları anlamına gelmiyor. Mesela, 16. yüzyılda Yeni Dünyanın halklarıyla tanışan Avrupalılar uzun süre bunların “insan” olup olmadıklarını tartışmışlardı. Bırakınız başka halklara bakışlarını, Avrupalılar kendi aralarında bile din ve mezhep savaşlarıyla maruftular. Esasen hoşgörü modern çağın başlarında Batılı toplumları kasıp kavuran dini hoşgörüsüzlüğe bir cevap olarak geliştirilmiştir.

Başka vesilelerle işaret ettiğim gibi, dini inançları akılcı yoldan ortak bir noktada buluşturmanın imkânsızlığı gerçeği, Locke’u, farklı hayat tarzlarına sahip olan ama ortak bir toplumsal dünyayı paylaşmak isteyen insanların nasıl bir arada yaşayabilecekleri sorunu üstüne düşünmeye götürmüş ve cevap olarak “hoşgörü”yü önermişti. Hoşgörü, kısaca, bir başkasının onaylamadığımız bir davranışını değiştirmek için güç kullanmayı reddetmemizdir. Zaten onayladığımız veya kayıtsız olduğumuz bir şeyin olmasına izin vermek hoşgörü değildir. Ayrıca, kuşkucu veya rölativist kişinin aynı yöndeki tutumu da hoşgörüyle ilgili değildir. Politik olarak hoşgörü, devletin veya toplumun kendi inançlarını, hayat tarzını ve kültürünü devlet gücü kullanarak başkalarına dayatmaktan kaçınması demektir. Burada kritik olan nokta, kişinin veya toplumun onaylamadığı davranışı bastırabilme veya onu baskı altına alma gücüne sahip olduğu halde bunu yapmayı ilkeli olarak reddetmesidir. Bu güce sahip değilsek, onaylamadığımız davranışa müdahale etmemek elimizde olmadığından bu durumda da hoşgörü erdeminden söz edilemez. Çünkü, kişinin müdahale etmemesi bilinçli bir tercihin sonucu değildir.

Onaylamadığımız farklı inanç veya pratiklere karşı zora başvurmayı ilkeli olarak reddetmek, hem onaylamamanın hem de buna rağmen zora başvurmamanın ahlâki bir temeli olduğu anlamına gelir. Onaylamadığımız halde onu bastırmaya kalkışmıyorsak, bunun için akli olarak temellendirilebilir haklı nedenlerimizin olması gerekir. Başka bir ifadeyle, bu davranışımızı belirleyen başka bir ahlâki ilke söz konusudur. Bu ilkeyi kısaca, akılcı argümana ve iknaya yer bırakmak olarak belirtebiliriz ki bu da iknaya cebir karşısında ahlâki üstünlük tanımayı ima eder. Açıktır ki, onaylamadığımız davranışa karşı güce başvurmak rasyonel argümanın terk edilmesi anlamına gelir. Chandran Kukathas’ın dediği gibi, hoşgörünün terk edildiği yerde akıl sürgüne gönderilmiş demektir.

Şu halde, hoşgörüye dayanan bir liberal toplumda vicdani kanaatleri zor yoluyla değiştirmek söz konusu olmayacak, ama bunlar akılcı tartışma ve iknaya açık olacaklardır. Ama dahası var: Onaylamadığımız inanç ve pratiklere karşı zora başvurmaktan bilinçli olarak kaçınmak aynı zamanda başkalarının “vicdanlarına” saygı duymak anlamına da gelir. Nitekim, Kukathas, liberal hoşgörünün temelinde yatan değerin vicdan özgürlüğü olduğunu savunmaktadır. Bireyleri, en derin (varoluşsal) inanç ve kanaatlerini temsil eden vicdanlarına karşı hareket etmeye zorlamaktan kaçınmak barışçı birlikte var-oluşun zorunlu şartı olduğu kadar, temel bir ahlâki gerekliliktir de.

Hoşgörü temelli bir liberalizmin en büyük politik avantajı, farklılıkları “olağanlaştırmak” suretiyle, özgürlükçü-çoğulcu bir düzeni mümkün kılmasıdır. Esasen, liberalizm herkesin -bütün bireyler, gruplar ve toplulukların- uyması gereken esasa ilişkin bir ahlâki kanaatler manzumesi olmaktan çok, farklı ahlâki standartların barışçı bir şekilde bir arada var olabileceklerinin bir anlatımıdır.

Ne var ki, pek çok kimse hoşgörüyü bir değer olarak küçümseme, onun –eğer bir “erdem”se bile- çok az takdir gerektiren bir erdem olduğunu düşünme eğilimindedir. Bunun bir nedeni insanların genellikle “pozitif” tutuma “negatif” tutumdan daha fazla değer biçmeleri ise; bir diğer –belki de daha temel- nedeni de, hoşgörünün insanlar ve ahlâki pratikler veya kültürler arasında ahlâki bir hiyerarşi ima ettiğinin düşünülmesidir. Çoğu insan güce başvurmamaktan başka –fazla- bir şey gerektirmeyen “hoşgörü” tutumunda takdir edilecek fazla bir şey görmez. Onlara göre, “bir şey yapmak” her durumda “bir şey yapmamak”tan daha değerlidir. Ne var ki, bu doğru değildir. Zora başvurmaktan kaçınmak, bu tutumun kendi başına ahlâki değeri bir yana, kendisine karşı bu yola başvurulmayan kişi veya gruba kendi yolunu kendisinin çizmesi için yer bırakır. Buna karşılık, başkaları için “bir şeyler yapma”nın her zaman onların iyiliğine hizmet etmekle sonuçlanacağının hiçbir garantisi yoktur.

Aslında hoşgörü tam da bu iddiasızlığı yüzünden toplumda barış içinde bir arada var olma açısından daha işlevseldir. Hoşgörü meselâ özerklik gibi aşırı iddialı veya talepkâr değildir; hoşgörülen kişi, grup veya şeylere müdahale etmemekten pek fazla bir şey gerektirmediği için hoşgörü oldukça iddiasız bir erdemdir. Sadece sivil birliğin asgari gerekleriyle sınırlı, farklı hayat tarzlarıyla mümkün olan azami derecede bağdaşan bir liberal toplumu hoşgörü pratiği mümkün kılar. Ayrıca, hoşgörüyü benimsemek “iyi” anlayışları konusunda rölativist tutum almak anlamına gelmediği gibi, ahlâki bir kayıtsızlığı da gerektirmez. Hoşgörü kişinin kendi görüşlerini başkalarına dayatmak için devletin cebir aygıtını kullanmayı ilkesel olarak reddetmesi ve akli yoldan iknaya açık olması demektir. Dahası, hoşgörü sadece herkese zora başvurmayı yasaklar, kimseden daha fazlasını talep etmez; ama kişi veya grupların farklılık karşısında bu asgari gerekliliğin ötesine geçen tutumlar almalarını engellemez. İsteyenin “tanıma” ve/veya “dayanışma” içine girmesi kendi takdirine kalmıştır.

Öte yandan, hoşgörü ile ahlâki hiyerarşi arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Hoşgörünün ana fikri başkalarına “yukarıdan bakma” değil, fakat onaylamadığınız bir görüşe baskı uygulamaktan bilinçli ve ilkeli olarak kaçınma iradesidir. Bu herkesin –elinde güç olanın- kolayca başarabileceği bir şey olmadığı için, hiç de küçümsenmeyi hak etmez. Tam tersine hoşgörü “farklı” olanın farklılığını tanımayı, ona saygı göstermeyi ima eder. Bu bağlamda “saygı göstermek” takdir etmek değil fakat farklı olmaya kişi veya grupların hakkı olduğunu kabul etmektir. Hoşgörü sizin hem başka bir pratiği onaylamama –yani, kendinize ait bir referans çerçevesine sahip olma- hakkınızı tanıyor, hem de onaylamasanız bile ona saygı duymanız gerektiğini buyuruyor. 

Star Açık Görüş, 20.06.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et