Demokrasi, malum, çağımızın en popüler siyasi idealleri arasında yer alıyor. Günlük dilde, hatta bazen akademik söylemde de, demokrasi aynı zamanda hukuk devleti ve insan hakları gibi diğer siyasi değerleri de kasteder şekilde kullanılıyor. Hukuk ve siyaset literatüründe “demokratik hukuk devleti” veya “anayasal demokrasi”den söz edildiğinde de aşağı yukarı aynı şey kastedilir.
Demokrasiyi hukuk devletiyle veya anayasacılıkla birlikte düşünmek özgürlük için zorunludur. Anayasal kısıtlamalara ve hukuk devleti güvencelerine aldırmayan bir yönetimin sırf “halka dayanıyor” olması ona güvenmemiz için yeterli değildir. Aksine böyle bir demokrasi barış içinde bir medeni hayatı da tehdit eder. Onun içindir ki, “medeni dünya” demokrasiyi önemsediği kadar, hatta ondan da fazla insan haklarını ve adaleti de önemsiyor.
Şu halde, insanların demokrasiyi talep edişlerindeki coşkuyu, sadece, onların siyasi yönetimin kendi rıza veya onaylarına dayanmasına verdikleri öneme bağlayamayız. İnsanlar “demokrasi” derken özgürlüğü de, adaleti de, hakkı-hukuku da kastediyorlar. Ama bu meselede belki de çoğu kimsenin farkında olmadığı şey, bu “iyiler”in her zaman uyumlu bir bütün oluşturmadıklarıdır. Çünkü, bu değerlerin hepsi en nihayetinde demokrasinin kayıtlanmasını gerektiriyor.
Onun için, hem siyasi hem de kültürel olanıyla özgürlüğün ve hukuk devleti güvencelerinin henüz pekişmediği Türkiye gibi yerlerde, “liberaller”in bu değerlerden çok demokrasiyi öne çıkarmaları şaşırtıcı gelebilir. Öyle ya, özgürlük, hukuk ve adaleti medeni bir toplumsal hayat için ön şart sayan liberallerin halka dayanan bir yönetimin bile bu değerler için risklerle dolu olduğunu idrak edememeleri düşünülebilir mi?…
Başka liberalleri bilemem ama ben şahsen çoktandır bu ikilemin farkındayım. Bu aslında iki temel liberal değer olan “özgürlük” ile “özerklik” arasındaki kadim gerilimden kaynaklanmaktadır. Özerklik herkesin kendisini de bağlayacak olan yasaya ve yönetime katılmasını gerektirirken (demokrasi), özgürlük harici otoritelerden gelecek keyfi müdahalelerden korunmayı (hukuk devleti ve insan hakları) gerektiriyor. Bu durumda, özgürlüğe özerklikten daha fazla değer veren benim gibi bir kişinin, üstelik de Türkiye gibi bir ülkede, coşkulu bir demokrasi taraftarı olması tutarsız görünebilir.
Belki bazılarına tuhaf gelecek ama ben bu tutarsızlık görüntüsünü izale edecek olan şeyin de yine “Türkiye’nin özel durumu” olduğunu düşünüyorum. Evet, bu “özel durum”un karakteristiklerinden biri özgürlük eksiğidir, devleti özel alanlarımızdan geri püskürtemememizdir. Çünkü, bizde geleneksel olarak devlet yurttaşların etki alanı dışındadır ve çok güçlüdür. Şöyle de denebilir: Yurttaşların, devleti kontrol edebilmeleri şöyle dursun, onu etkileyebilme şanslarının bile çok az olması, Türkiye’de devleti son derece başına buyruk ve hak-hukuk tanımaz yapmış olan asıl faktördür.
İşte bu “güçlü devleti” geri püskürtebilmemiz -onu olması gereken sınırları içine çekebilmemiz- ise, uyup uymaması devletin kendi keyfine kalmış yasal güvenceler marifetiyle mümkün değildir. Asıl yapılması gereken, “halk”ın devlete boyun eğdirmesidir. Bu da ancak halkın devlet iktidarını kendi kontrolüne almasıyla, yani demokrasiyle mümkündür.
Şüphesiz, halkın devleti kendi kontrolü altına alması yukarıda işaret ettiğim tehlikelerin ortadan kalkmasının garantisi değildir. Onun için, demokrasi ile hukuk devletini birbirinin alternatifiymiş gibi görmekten bugün herkesin vazgeçmesi gerekir. Çünkü, ikisine de aynı anda ihtiyacımız var.
Star, 12.03.2011