“Karaman’ın yazısına yönelik eleştirileri anlıyorum ve bir ölçüde de katılıyorum. Ama yine de bana Hoca’ya biraz haksızlık yapılıyor, yazının ana fikri gözden kaçırılıyor gibi geldi” demiştim son yazımda.
Ulus devletlerin kapsadıkları toplumu homojen bir birlik olarak tahayyül etme -ve daha ileri giderek, homojen bir toplum olacak şekilde yeniden dizayn etme- çabaları boşa çıkalı beri karşımızda duran devasa bir sorundan söz ediyoruz: Farklı dünyaların insanlarının bir arada yaşama sorunu…
Bu sorunu, bizim gibi içinde çok farklı hayat tarzlarının var olduğu ulus devletler çözemedikleri gibi, bir zamanlar var olan homojen yapıları dışarıdan aldıkları göçlerle yok olan Avrupa ülkeleri de halledemiyor. Zaten bu yüzden de, bu konu bugün özgürlük fikrine kafa yoran bütün teorisyenlerin baş araştırma konusunu oluşturuyor. 80’lerdeki “çok hukukluluk” tartışmaları da, Chandran Kukathas’ın “özgürlük takım adaları” fikri de aynı soruna çözüm bulma ihtiyacından kaynaklanıyor.
İnsanlar asıl tercihlerinin kendilerine benzeyenlerle bir arada yaşamak olduğunu düşünmekten, böyle bir topluluk içinde yaşamayı hayal etmekten vazgeçmiyorlar. Böyle bir arzu sadece Müslümanlar için değil, herkes için geçerli. Bugün birçok Amerikalı ülkesine akın eden Hispanikler’e “dokunmadan” yaşamak istiyor. Muhafazakâr Amerikalılar, doğum kontrolünün, kürtaj kliniklerinin, eşcinsel evliliklerinin, Darvin teorilerinin girmediği eyaletler istiyorlar. Eşcinseller New England’daki Provincetown’da eşcinsel kültürün hakim olduğu, hayata damgasını vurduğu bir “eşcinsel kurtarılmış bölgesi” yaratmak arzusundalar.
Böyle bakıldığında Müslümanlar’ın da “İslam ahkâm, ahlak ve adabının hâkim olduğu bir toplumda yaşamak” istemelerinden daha doğal bir şey yok.
Ne var ki bunu arzu etmek, mümkün olmadığını görmeyi engellemiyor. Nitekim Karaman da yazısında hem bu arzuyu hem de bu arzunun imkansızlığını dile getiriyor.
Ancak her Müslüman’ın imkân bulduğunda (ki imkân derken bir İslam devletinin kastedildiğini; böyle bir imkânın ancak İslam devletinde bulunabileceğini anlamak hiç de zor değil) “kamuya açık yerde dine, ahlaka, adaba aykırı bir davranışı engellemek veya ıslah etmek maksadıyla müdahale etmekle yükümlü olduğu” şeklindeki cümleleri yazarken bir risk almış olduğunu kabul etmeliyiz. Bu risk, bu cümleden vazife çıkarmaya hazır bekleyenleri kışkırtma riskidir. Ben olsam böyle bir risk almazdım. Ama bir fikir adamından, yanlış anlaşılma riski yüzünden kendi kendini sansür etmesini; önem verdiği bir fikri açıklamaktan vazgeçmesini istemek ne kadar hakkımızdır ve ne kadar doğrudur; o da ayrı bir mesele…
Ama bir önceki yazımda da söylediğim gibi Hayrettin Karaman’ın yazısının asıl ana fikri bu değil. Asıl fikir, bir arada yaşama durumunda olan bireylerin ya da grupların “kendileri olarak kalarak” bir arada yaşamayı becerip beceremeyecekleri… Kendi ilkelerine, kendi duruşlarına, dünya görüşlerine sadık kalarak; kendi doğrularının peşinden gitmeye devam ederek bir arada kalmayı başarmaları… Bir arada yaşayan insanların bir iletişim içinde olmaları ve birbirlerinden etkilenmeleri kaçınılmazdır ama bu etkileşimin “hakim olanın peşine takılma” ya da kendini inkâr anlamına gelecek uzlaşmalar yapma şeklinde değil; seçilmiş ve düşünülmüş taşınılmış bir etkilenmeyle yeni sentezler yaratma şeklinde gerçekleşmesi istenir.
İşte bunun için, nefret etmeyi de unutmamak gerekir. İnsandan değil ama fiilden… Herkesin nefret ettiği şeyler farklı olabilir. Ama nefret etmeyi unutmak, bizi biz yapan değerlerden kopmak demektir. Nefret etmeyi unutmak, beğenmeyi ve sevmeyi de unutmak demektir.
Mesela, eğer bir gün etrafınızda gördüğünüz ikiyüzlülüklerden eskisi kadar nefret etmediğinizi fark ediyorsanız; yalan sizi eskisi kadar rahatsız etmiyorsa ve hatta belli bir amaç için yalan söylemeyi mubah saymaya başladıysanız; çifte standartlar karşısında “bu düzen böyle” deyip geçebiliyorsanız, kendiniz için korkmalısınız.
Çünkü bu tablo sizin yok olup gitmekte olduğunuzun resmidir.
Bugün, 12.08.2011