Sosyal bilimlerin kaderinde sahip oldukları kavramların günlük hayatta kullanılırken aşınması, bir başka anlam kazanması ve ortaya konma amacını aşması yer almaktadır. Kullanılan kavrama ya gereğinden fazla önem atfedilir ya da kavram özgül öneminden çıkartılıp bir slogan halinde dillere pelesenk edilir. Her iki koşulda da aslından uzaklaşır.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki mütedeyyin öğrencilerin yaklaşık 2 yıldır var olduğu beyan edilen mescit talebinin bir “kriz”e dönüşmesi hem “kültür”, hem “özgürlük” kavramlarının yukarıda bahsettiğim deformasyona uğraması ile bağlantılı düşünülebilir.
Psikologların ve sosyologların ortaya koyduğu kültür tanımları içerisindeki en kısa ve dolu tanımlardan birisi Linton’un 1936 yılında yaptığı tanımdır. Kültür, “insanlığın toplam sosyal mirası”dır. Bu bakımdan düşünüldüğünde belirli bir bağlam ve mekânda süregelen, zaman içerisinde yeni nesle aktarılan her türlü davranışın “kültür” bağlamında ele alınması gerektiği düşünülür. Gel görelim günümüzde sosyal kategorizasyon kelimelerinden biri olarak kullanılan kültürün bir başkasını aşağılarken “kültürsüz” niteliğinde kullanıldığını, bir başkasını överken de geldiği bağlamın kültürünü devam etmesinin getirisi olarak “bilmem nerenin kültürünü almış” dendiğini görmekteyiz. Keza bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin en “güzide” kültürlerinden biri “ODTÜ kültürü”dür. ODTÜ kültüründen geldiğini öne süren birinin, çağdaş, pozitif bilimlere düşkün, özgürlükçü ve devrimci olduğu düşünülür. “Devrimcilik ile özgürlükçülük bir arada nasıl bulunur?” sorusuna verilecek cevabın vücut bulmuş halidir ODTÜ kültürü. Keza hem devrimci hem de kadınların, LGBT bireylerin, sosyalist öğrencilerin haklarını gırtlakları patlayasıya savunabilecek kadar özgürlükçüdür ODTÜ kültürü. Dinin insan üzerinde kurduğu tahakkümü alaşağı etme konusunda başı çeken ODTÜ kültürü, tahakküm boşluğundan olsa gerek, dinin baskılaması yerine öz-baskılarını yetiştirmiştir. Dinin herhangi bir ögesini dışlamak, Linton’u haklar bir şekilde, bir ODTÜ’lüye sosyal mirastır. ODTÜ İnşaat Mühendisliği’nden mezun eniştem zorla yürüyüşe çağırılmadan girdikleri ders sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ve devrim için yürütülen o gençlerin bir kısmının “devrim”in anlamını bilmediklerini anlatırdı. Eniştemin mezuniyetinin üzerinden takribi 40 yıl geçmiş olmasına rağmen ODTÜ’nün yılmaz bekçisi olan bu kültür kendisiyle aynı sıraları paylaşan sınıf arkadaşını mescit çıkışında çivili sopalarla dövebilen yeni devrimcilerin bünyesinde yaşıyor. Şunu kabullenelim, övünülen ODTÜ kültürü bu, ne bir eksik ne bir fazla.
“Özgürlük” kavramının sahip olduğu tanımlardaki ortaklığın kişinin ortaya koyduğu tavrın kısıtlanmaması, engellenmemesi üzerine olduğu görülür. Ancak ODTÜ kültürü bu tanımı da değiştirmekte ve adeta yıllardır bize “tüm bireyler özgürdür, ama bazıları daha da özgürdür” demektedir. Başörtüsünün siyasî bir sembol olarak üniversitenin koridorlarında var olmaması gerektiğini söyleyen bir öğrenci ile ODTÜ Beşeri’de çay içmiştim bir keresinde. Yeşil parkasının bir sembol olabileceğinden habersiz olup olmadığını sorduğumda, “bu parka ODTÜ’nün sembolüdür” demişti. Buradan merkezî sınav ile belirli bir üniversiteye yerleşen öğrencilerin bazılarının görüşünün o üniversitenin kültürü ve o üniversite içerisindeki bireylerin özgürlük alanını tanımladığını çıkarmak gerekir. Aynı sınava girip aynı hakka sahip olsalar da o üniversiteler sadece “bazılarınındır.”
Marcia’nın kimlik tipolojisine göre aslında kendisine hâlâ bir kimlik edinmeye çalışan üniversite öğrencilerinin kimlik kargaşasını başarılı bir kimlik edinerek mi, yoksa ODTÜ kültürünün empozesi ile ipotekli bir kimlik edinerek mi sonlandıracakları sorusu önemlidir. Bu soruya verilebilecek cevabın da aslında özgürlüğün nasıl tanımlandığı ile bağlantılı olduğu düşünülebilir. Matematik derslerinden hepimizin hatırladığı o büyülü işaretler burada da geçerlidir. “Halay çekme özgürlüğü=namaz kılma özgürlüğü” müdür, yoksa “halay çekme özgürlüğü > namaz kılma özgürlüğü” mü? Buna karar vermemiz ve aslında oldukça abuk görünen bu iki önermeden doğru olduğunu düşündüğümüz için sesimizi çıkarmamız gerekir. Zira bizim için daha “önemli” olduğunu düşündüğümüz ve önceliği kendisine verdiğimiz bir eylemin bir başkası için değersiz olabileceğini unutmamak ve “görecelik” kavramını akılda tutmak gerekir. İlk başta da belirttiğim gibi, sosyal bilimin kaderi kendi kavramlarını günlük hayata kurban vermesidir.