Bazı aileler vardır. İşlerin yolunda gitmediği, eşlerin ve çocukların birbirine sevgisini kaybettiği, hatta birbirine düşman kesildiği aileler. Öyle ailelerde yaşamak herkes için zordur.
Ama bir gün beklenmedik bir şey olur. Her şeyin kötü gittiği bir dönemde ailenin beraberce maruz kaldığı bir felaket, bir anda onların birbirine bambaşka bir gözle bakmasını sağlar.
Varlığı rahatsız edici hale gelen, hatta evin içindeki eşyaları bile insana batar hale gelmiş olan aile fertlerinin o felaket anında sergiledikleri tutum, cesaret veya fedakarlık, bir anda onları yakınlaştırır.
Artık birbirine daha önce hissetmedikleri veya kaybettikleri bir muhabbetle bakmaya başlarlar. O felaket aileyi gerçekten aile haline getirir.
Kazanılan güvendir.
Aileyi zorunlu bir ilişki olmaktan çıkaran odur.
Bu elbette bütün sorunların bittiği, masallardaki mutlu ailenin tesis edildiği anlamına gelmez. Sorunlar, gerilimler, kavgalar yine yaşanır ama eski ağırlığında değil, çok daha katlanılabilir bir düzeyde. Çünkü aile fertlerinin birbirine bakışı olumlu anlamda değişmiştir bir kere; ve bu değişim, pek çok sorunun üstesinden gelmenin de zeminini oluşturur.
Güvenin unsurları
Türkiye 15 Temmuz’da tam da bunu yaşadı. Beraberce maruz kaldığımız felaket, o felaket anında sergilenen dayanışma ve cesaret, toplumun farklı kesimlerinin birbirilerine bakışını anlamlı bir biçimde değiştirdi.
Neydi yeni olan?
Önce toplumun çoğunluğunu oluşturan alt ve orta sınıfların; geleneksel muhafazakar veya İslami duyarlılığa sahip merkez sağın gözünden bakalım:
Darbe girişimini duyunca sokağa çıkan, silahsız bir biçimde darbeyi durdurma kavgası veren ve ağırlıklı olarak “sade, mütevazı, dindar” insanlardan oluşan milyonlar, canlarını vererek o kötülüğü engellemeye çalışırken, daha önce darbelere destek veren Kemalist kesimin bu kez darbecilerin yanında yer almadığını gördü. Her daim darbe ve muhtırayı destekleyen, her kırılma anında hükümete karşı şansını deneyen, başaramayınca uzlaşan oligarşi medyası, bu kez darbe karşıtı yayınların zemini oldu. Kendisinden beklenenin aksine, CHP bile darbe karşıtı açıklama yaptı. Öyleydi, böyleydi, CHP açıklamada gecikmişti, acaba darbenin başarılı olmayacağını anladığı için mi açıklama yapmıştı, acaba başka bir zaman olsaydı darbeyi destekleyecek unsurlar Fethullahçı Çetenin yaptığını gördükleri için mi desteklememişlerdi?.. Bunlar belki doğruydu, belki yanlış. Ama öyle veya böyle, son tahlilde bir ilk gerçekleşmişti ve darbeyi onlar da reddetmişti. O gece CNN Türk darbeciler tarafından işgal edilirken çalışanların bundan duydukları rahatsızlığı, hatta direnişi görmüşlerdi ve polisle beraber onları işgalcilerden kurtarmaya giderken, aynı safta olduklarını biliyorlardı.
Darbenin rengi belli olduğunda…
Seküler orta ve üst sınıf ve onların ideolojisini temsil eden sol ve sağ Kemalist kesimlerin gözüyle bakıldığında karşılaşma ve şok daha şiddetliydi. “Ötekilerin iktidarı” zaman içinde kendi sınıfsal/zümrevi çıkarlarını aşındırıyor, kendi çocukları için rezerve edilmiş mevki ve makamları, kenar mahalle çocuklarına açıyordu. Bu kesimin Ak Parti’ye ve Erdoğan’a yönelik haklı veya haksız eleştirileri, sınıf ve ideoloji prizmasından geçerken kırılmaya uğrayıp yer yer patolojik bir nefrete dönüşebiliyordu. Bazıları açısından Erdoğan, TV’de görüntüsüne ve sesine bile tahammül edilemeyen bütün bu kötülüklerin simgesi olarak bir nefret objesiydi. Sorsanız, Erdoğan’ı alaşağı edecek Kemalist bir darbeye evet diyenlerin oranı o mahallede muhtemelen az değildi.
Ama o gece yaşananlar, orada da bir depreme sebep oldu. Erdoğan’a kızıp diktatör diyorlardı ama aslında onun diktatör olmadığını bilerek. İçinde bulundukları durumdan çok şikayetçiydiler ve her şeyin kötüye gittiğini söylüyorlardı ama aslında hala gelir ve statü bakımından mukayeseli üstünlüğün kendilerinde olduğunu ve bunun devam ettiğini görüyorlardı. Bir darbenin kısa vadede kenar mahalle çocuklarını kendilerine tahsis edilen makamlardan kovmak gibi bir anlamı olduğunu 1960, 80 ve 97’de görmüşlerdi; ama ardından her anlamda ciddi bir çöküş ve yoksullaşmanın geldiğini de. Bu yüzden, gündelik hayattaki söylemler ne olursa olsun, bir darbenin onların da hayrına olmayacağını biliyorlardı. Üstelik bu kez, bütün bunların ötesinde bambaşka bir sorun vardı: Nüfuz edemedikleri, ardını göremedikleri, ama devleti ele geçirmeleri durumunda her şeye el koyabilecek tuhaf bir yapı darbe yapıyordu. Aslında 17-25 Aralık sonrası bu yapının operasyonel gücünü görmüşlerdi. Görmüşlerdi ve görmezden gelmişlerdi. Ama onu “AKP iktidarı”nı ve Erdoğan’ı alaşağı edecek bir güç olarak gördüklerinden; yoksa ülkeyi devralsın ve onlar yönetsin diye değil.
Ak Parti ve Erdoğan onlar açısından “alışılmış kötü”yü temsil ediyordu; ama diğeri başarması durumunda onları sonu belli olmayan bir yerlere sürükleyecek “bilinmeyen kötü”yü. Bu ikincisi, onlara her şeyi yapabilecek, sahip oldukları her şeye el koyabilecek kara bir delikti ve tercih yapmak güç değildi.
Ruh sağlığını Erdoğan nefretiyle ciddi biçimde sakatlamış olanlar dışında herkes olayın vahametini anlamıştı. Anlamayanlar da içinde bulundukları kesimin bilincini belirleyen medyanın darbe karşıtı tutumuna bakıp kendilerini toparlayabildiler. Darbenin renginin belli olmaya başladığı o anlar, darbe olduğunu duyunca balkona çıkıp Onuncu Yıl Marşı okuyan bir emekliyi, eşinin öfkeyle söylenerek içeri çektiği anlardı.
Ama artık çok geç görünüyordu. “AKP”ye ve Erdoğan’a karşı kullanıp atabileceklerini sandıkları o güç ülkeye -ve tabii ki onların kaderine de- hakim oluyordu.
İşte o esnada geceye hükümetin ve Erdoğan’ın sergilediği kararlı duruş damgasını vurdu. Erdoğan’ın darbeye karşı durması, uçağını havaalanının hali hazırda darbecilerin işgali altında olduğu İstanbul’a yöneltmesi ve halkı direnişe çağırması, darbecilerin bütün rasyonalitesini bozarken, toplumun ekonomik ve sınıfsal konumları ve ideolojik yönelimleri birbirine zıt bu kesimlerini de bir anda birleştirdi.
O an belki de kaçınılmaz olarak herkesin aklından geçen şuydu: “Eğer şu an cumhurbaşkanı Erdoğan değil de Ekmeleddin İhsanoğlu olsaydı ne olurdu?” O da aynı cesaret ve kararlılığı gösterir ve halkı sokağa el koymaya çağırır mıydı, yoksa Almanya’nın iltica davetini kabul edip gider miydi? O cumhurbaşkanı olsaydı darbeye gerek duyulur muydu? Darbeye ihtiyacın duyulmadığı ortam darbe girişiminden daha kötü değil miydi? Galiba cevap herkes açısından çok netti ve güvenin anahtarı o cevapta gizliydi. Ve o cevap, Erdoğan’ın ailenin öteki fertlerinin gözündeki yerini değiştirdi. Karşılarında “iyi ki o var, onların hakkından başkası gelemezdi” dedirten gerçek bir kahraman vardı ve tarihi bir sağduyuyla sezdikleri ürkütücü bir kötülüğün (ülkeyi Suriyeleştirecek bir darbenin veya işgalin) kararlı bir şeklide üstesinden gelme mücadelesi veriyordu.
Toplumsal düzeyde de farklı kesimler arasındaki buzlar da o gece kırıldı. O gece evlerinde oturanların ezici çoğunluğu, sokakta savaşanların kendileri için de savaştığını anlamışlardı. Evdekiler ve sokaktakiler arasında adeta zımni bir sözleşme vardı ve bu da darbe karşıtı mücadeleyi kolaylaştırıyordu. Bu kolektif direnişi kırmak için eski fay hatları harekete geçirilmek istendi. Ama provokasyonlar etkisiz kaldı. Birgün gazetesi “AKP‘liler, Alevi yurttaşların yaşadığı mahalleye silahlar ve bıçaklarla saldırdı” diye yazdı. Haber yalandı. CHP milletvekili Veli Ağbaba twitterdan böyle bir saldırı olmadığını açıkladı ve gazete o ifadeleri sildi.
HDP ise darbe karşıtı bildiriye imza koydu ama sonrasında Demirtaş sokakta silahsız bir şekilde darbeye karşı mücadele eden halkı IŞİD zihniyetine benzeterek kendi kitlesini bu mutabakatın ve sokaktaki direnişin dışında konumlandırmaya çalışmayı ihmal etmedi. Ama onun tutumu, Kürtlerin baştan beri bütün ülkede darbeye karşı verilen kitlesel mücadelenin etkin bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmedi.
“Biz”e dair…
Bugün, darbe girişimi birinci ayını doldururken, Türkiye toplumu “biz” kelimesine eskisinden daha farklı bir anlam atfediyor. Laik beyaz Kemalist mahallenin, sağ, muhafazakar, İslami alt ve orta sınıfların, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin yüzde kaçı bu kırılmayı yaşadı, en büyük deprem hangisinde oldu tartışılır.
Ama bir deprem oldu.
Yıkmayan darbe güçlendirdi. Halk bir darbeyi beraberce mahkum etti ve bu başarıdan dolayı beraberce mutlu oldu. Bu tarihi andaki duygudaşlığın siyasi yaklaşım ve dilin niteliği üzerindeki olumlu etkisi şimdiden görülüyor.
Bu değerlendirmeler ilk bakışta romantik görünebilir. Ama değil. Bundan sonra Türkiye siyaseti cennet bahçesine dönecek demiyorum. Yine siyasi kavgalar olacak, siyasi parti ve liderler birbirilerini 15 Temmuz ruhuna aykırı davranmakla itham edecek. Sınıf ve ideoloji siyasi tutumları belirlemeye yine devam edecek.
Ama 15 Temmuz öncesindeki gibi değil.
Bakmayın siz darbe karşıtı muhteşem buluşmaların yaşandığı meydanlara baktığında “idam isteriz” sloganını gören ufuksuz bir kuşağın isimleri hatırlanmayacak yazar çizerlerine. Onlar yaşadıkları dünyayı ve hayatı anlamadan geldiler, anlamadan gidiyorlar.
Bir an yaşandı, biz o anı beraber yaşadık ve o tarihi andaki tecrübe, toplumun çeşitli kesimlerinin birbirine bakışını olumlu anlamda değiştirdi. Bu değişimin niteliği, bundan sonraki süreçte siyaseti de belirleyecek. Onun içindeki aktörler yeterince farkında olmasa veya istemese bile.