İnsanların tamamı, ebeveynlerinin, içine doğdukları ailenin, çevresinin ve hatta devletinin dinine mensup olarak hayata başlar. Annenin Musevi, babanın Hristiyan, çocuğun da Müslüman olarak yetiştirildiği bir aile pek görülmemiştir. Büyük çoğunlukla kendi dininden biriyle evlenilir ve dünyaya getirdikleri çocuk da aynı dinin doğal mensubu olarak kabul edilip öyle yetiştirilir. Genellikle de “Ben neden anne-babamın inandığı bir şeye, şek ve şüphesiz inanmak zorundayım” diye sorgulanmaz. Arada bu soruyu soran bazı çocuklar olsa bile hemen susturulur, korkutulur, cehennem ateşiyle ürkütülür. Bu durum tüm semavî dinler, batıl olarak kabul edilen dinler ve yerel dinler için geçerlidir. Yani “ulu ağaca” tapan bir yerlinin çocuğu da “o ulu ağaca tapan birisi” olarak hayata başlar ve o da çocuğunu “o ulu ağaca tapması” için eğitir. Bütün bunların dışında, istisna kabul edilecek örnekler de vardır ama bunların sayısı, istatistikte “ihmal edilebilir” bir değer olarak görülürler. Yani grafikte kendilerine yer edinecek oransal bir ağırlıkları yoktur.
Bu bahsettiğim, istatistikte ihmal edilebilecek orandaki istisnalar, bazı insanların zamanla, içinde bulunduğu grubun dininden ayrılıp başka bir dine geçmesi veya tamamen inançsız olarak kendini ifade etmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Bu meyanda, son günlerde ülkemizde gündemimize giren ve pek de bilinmeyen bir inanç şeklinden bahsedilmeye başlandı. Hatta fırtınalar kopardı, “DEİZM”: “Türk gençliği deizme kayıyor”. Bu tez veya gözlem, devletin başındaki yetkililerden mahalle camilerinin imamlarına kadar herkesin dilinde. Hepsinde “bir çare bulmalıyız” telaşı var. Sorulan tek soru; “ne olacak bu işin sonu” oluyor.
“Deizm”, terim olarak “tanrıcılık” manasına karşılık geliyor. Yani “deist” olan bir kişi “inançsız” bir kişi değil aslında. Bir tanrıya, hatta kâinatı yoktan var eden “o” tanrıya inanıyorlar. Farklılık ise bu noktadan sonra; “tanrıdan mesajı alan bir kişinin olduğuna ve onun aracılığıyla insanlara bir din gönderildiğine” inanmıyorlar. Aradan aracıyı çıkarıp, yaratıcıya direk inandıklarını iddia ediyorlar. “Yaratıcı insanlara akıl vermiş, aracılara, kitaplara, meleklere gerek yoktur” diye inanıyorlar. Bir diğer inançları da, “yaratıcının kâinatı yoktan var ettiği, insanların yaşayabildiği bugün rahatça yaşadığı dünyayı da yaşanabilir şekle soktuğu, insanı (canlıları) da yarattığı ve ondan sonrasına artık karışmadığı” şeklindedir.
Yapılan bir yanlışlık, “deizm”in “ateizm”le aynı görülmesidir. Halbuki “ateizm” “deizm”in tam tersi, zıttıdır. Yani ateizm “tanrı tanımazlık”tır. İşte bizde deizmden nefret edilmesinin bir sebebi de onların da tanrı tanımaz olduklarının zannedilmesidir. Bir tanımazlıktan söz edilecek ise, “deistler”in “peygamber” tanımazlığından söz edilebilir.
Bizde bu tartışma, ilk önce Yaşar Nuri Öztürk’ün yazdığı Tanrıdan Başka İnsanüstü Tanımayan İnanç: Deizm kitabıyla başlar gibi oldu. Ama şahsın kendisinin toplumdaki karşılığı bu tartışmayı bugünkü kadar yükseltemedi. Kimse önemsemedi. “Kendi inancıdır” deyip geçildi. Daha sonra, ara-sıra bazı ilahiyatçılar, genel olarak “gençler arasında deizmin yaygınlaştığından” bahsettiler. Ama bunların da çok üzerinde durulmadı. Ne zaman ki internet ortamında, Medeniyet Üniversitesinden Prof. Dr. İlhan Fazlıoğlu’nun şu sözleri dolaştı: “benim odama 17 tane başörtülü, deist bile değil tanrı tanımaz(ateist) öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular. Ortak neden sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemlerinin sonucudur. Mesele bu kadar ciddidir”. Herkeste büyük bir telaş başladı. Dikkat edilirse bu tespitte özne “başörtülü kızlar”. Akla getirilemeyecek bir durum bu. Tabiî olarak bu beyanatın üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, tartışıldı.
Ardından, Akparti İstanbul Milletvekili Metin Külünk Kırşehir’de, Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Kırşehir Şube Başkanlığı’nca düzenlenen ‘Büyük Türkiye İdeali’ konulu konferansta; “Eğer tedbir almazsak bu milletin evlatlarını bekleyen tehlike; Kur’an’sız İslam, Peygambersiz Kur’an daha ötesini söylüyorum, Allah’ın yeryüzünde hiçbir şeye karışmayacağını iddia ettikleri deizm. FETÖ belasını savdık; ama Türkiye kendi başına bırakılmayacak. Şimdi Allah’ın varlığını kabul eden, ama Kur’an hükümlerinin Allah’ın yeryüzüne karışamayacağını iddia eden, her noktaya sirayet edecek yeni tehlikenin farkında olun. Bu tehlikeyi fark etmezsek 10 yıl sonra çok değil, 15 yıl sonra bambaşka bir tehlikeyle karşı karşıya geleceğiz” diye konuştu. “Dikkat! Dikkat! Dikkat!” diye de bitirdi. Buradaki dikkat çekilen özne ise “bu milletin evlatları” olarak karşımıza çıkıyor.
Hemen peşinden Konya’da yapılan ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de katılımcıları arasında bulunduğu “Gençlik ve İnanç” konulu çalıştay sonunda yayınlanan, “imam hatip öğrencilerinin dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle Deizm inancına kaydığı” raporundan sonra dikkatler tekrar “deizm nedir” sorusu üzerine yoğunlaştı. İmam hatip liselerinde din kültürü ve ahlak bilgisi ve meslek dersi veren 50 öğretmenin katıldığı çalıştayda, “din dersi öğretmeninin öğrencisine uygun rol model olamadığı, çocukların sorularının ya yanıtsız kaldığı ya da bastırıldığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) ders materyallerinin çocuklar değil yetişkinlere uygun ve yetersiz olduğu sonucuna ulaşıldı.” Bu raporda da dikkat çekilen öznenin “imam hatip lisesi öğrencileri” olduğunu görüyoruz.
Bu haberlerin bu kadar ortalarda dolaşması meclis gündemine de taşındı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, grup toplantısında “Türk gençliğine ateizmin bir önceki istasyonu olan deizm karası çalanlar, yüzleri varsa utansınlar. Türk gençliği yüksek ülkülere tırmanmayı göze alan iman erleridir. Deizm ile uğraşanlar önce haram yiyenlere baksınlar. Sahte fetva ve makamlarıyla uğraşsınlar. Çocukları istismar eden kansızlarla ilgili çalıştay düzenlesinler. Bırakın hayallere pranga vurmayı, düşün Türk gençliğinin yakasından. Çekin ellerinizi Türk gençliğinin yarınlarından. Türk gençliği inançlıdır, haysiyetlidir. İnanç kalpazanlarının, din tacirlerinin üstesinden gelecek güce kabiliyete hamdolsun sahiptir.” dedi. Burada da özne olarak “Türk gençliğinin ahlâkı”nın olduğunu görüyoruz.
Bahçeli’nin bu çıkışından sonra partisinin grup toplantısında, konuşmasını durduran Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Milli Eğitim Bakanı’nı kürsüye çağırarak, mikrofonlara fısıltı şeklinde yansıyan bir şeyler konuştu. Milli Eğitim Bakanı’nın yüzü kızardı. Erdoğan biraz hiddetli bir şekilde “olmaz öyle şey, dikkatli olun” şeklinde bir şeyler söyledi. Yani Bakanı fırçaladı. Sonradan anlaşıldı ki, konuşma Bahçeli’nin sözünü ettiği ve Konya İl Millî Eğitim Müdürlüğü’nün adının da karıştığı çalıştay raporuydu. Devletin ve hükümetin başı olarak Erdoğan, bu tür şeylerin ulu orta konuşulmasını ve devletin bir kurumunun bu işin içinde olmasını kabul edememişti. Burada da dikkat çekilen özne “dindar bir hükümetin emrindeki bir devlet kurumu”nun böyle bir raporda adının geçmesiydi.
Peki, bu telaşın sebebi nedir acaba? İnsanların veya daha özelde gençlerin başka inançlara sahip olmasının, inancının yavaş yavaş değişime uğramasının ne sakıncası var ki devlet, tepeden tırnağa telaşa düşüyor? “Deizm” zararlı bir şey mi? Zararlıysa, kime zararı var? Yani birisinin deist, ateist, şaman, budist, pagan, putperest olmasının insana, aileye, topluma devlete ne tür zararı olabilir ki? Telaşlananlara ve alarm zillerine basanlara “neden kaygılısınız” diye soracak olsak, alacağımız cevap muhtemelen şu olacaktır: “Biz gençliğimizin böyle yanlış yollara/inançlara saparak hem bu dünyalarının hem de öbür dünyalarının mahvolmasını istemiyoruz. Ondan kaygılıyız.”
Ancak ben sanıyorum ki kaygılar aslında şu maddelerde toplanıyor.
1: Öncelikle bizim çocuğumuzun, gençlerimizin, devletin vatandaşlarının mutlaka yerleşik, çoğunluk ve makbul inançtan olması kolayımıza/işimize geliyor. Farklı inançlar bize uğraşamayacağımız sorunlar çıkarır diye düşünülüyor. Örneğin; Ramazan ayında oruç tutmayan başörtülülerin çoğalması, tutanların da aklını karıştırabilir. Evrim konusunun İmam Hatip Liselerinde öğretmenlere, dindar ailelerde büyüklere sorulması onları zor durumda bırakabilir. İlahiyat fakültesinde okuyan bir gencin, Allah’ın dünyadaki kötülükleri neden önlemediği sorusuna tatmin edici cevap verememe korkusu yaşanıyor olabilir.
2: Bir dine inanmayan birinin, ülkemizde de İslam inancına teslim olmayan ferdin, otomatik olarak “kötü insan” olacağı ya da “iyi insan olmasının mümkün olmadığı” zannı harekete geçiyor. Tersinden söylersek, dine (İslam’a) inanan bir insanın, otomatikman, mutlaka, mecburen “iyi ve ahlâklı insan” olduğu/olacağı zannediliyor.
3: Mevcut, yerleşik ve çoğunluk inancının tebliğcileri, propagandistleri, teşkilatları, yeni duruma hazırlıksız yakalandıkları, çalışmadıkları yerden soru çıkacağı ve konforlarının bozulacağı korkusuyla telaşlanıyorlar. Hatta biraz daha ileride, geçimlerini yerleşik inancın tebliğinden kazananların işsiz kalma korkusu da bunda rol oynuyor olabilir.
4: Devlet ya da siyasetçiler ise, propagandalarında sıkça kullandıkları dinî söylemlerin alıcılarının azalması ve (eğer çoğalırlarsa) deistlerin oylarının da alınması için söylem değişikliği gerekeceği için, böyle bir duruma hazır olmamaları sebebiyle bunu yok saymak istiyor olabilir.
5: Kaygılananlar tamamen yaşlı kesim. Öğretmen, siyasetçi, imam, anne-baba. “Nasıl olur da bizim dünyaya getirdiğimiz, kendimize göre şekil verdiğimiz, tek tip insan olarak yetiştirdiğimizi sandığımız, bizim (dinî) bir söylemimizle harekete geçecek (geçmesini bekleyeceğimiz) bu gençler sandığımız, umduğumuz bir insan olmaktan çıkarlar” kızgınlığı olabilir.
Halbuki; kimse kimseyle aynı şeye aynı şekilde inanamaz. Bu mümkün değildir. Kimse kimseyle aynı şeye inanmak zorunda da değildir. Hiç kimse bir şeye inanmak zorunda da değildir. İnsanların zaman içinde inançları da değişebilir. Bir toplumun tümünün aynı dine inanmasını beklemek de inancın doğasına aykırıdır. Neden o millet, o ülke vatandaşları, herkes aynı dine inansın ki?
Neden korkuluyor peki? Herhangi bir dine inanmayanların kötü/ahlâksız insanlar olacağından mı? “Ahlâk sadece inançlı/dindar insanda mı olur? Ancak dindar olmakla mı ahlâklı olunur? Oysa, “inançsız insan doğal olarak ahlâksızdır” düşüncesi tamamen yanlıştır. Ahlâkın dinî inançla direk ve doğrudan ilgisi “yoktur” bile denilebilir. “Toplumun yerleşik inancına mensup insanların hepsi “iyi/ahlâklı” insandır, gençlerin bu inançtan uzaklaşması onları “kötü/ahlâksız” insan yapacaktır” korkusu da tamamen yanlıştır.
Acaba, gençleri, hem aile, hem çevre, hem de devlet tarafından bu kadar “din yoğun” bir eğitime, terbiyeye, kurala, propagandaya maruz bırakmak, bıktırmış olamaz mı? Hani 1981 yılında “Atatürk’ün doğumunun 100. yılı” temasıyla, dağı-taşı Atatürk’le donatmanın verdiği bıkkınlık gibi. Dinin öncülerinin örnek değil sadece propagandist olması, buna karşın gençlerin “ben bu kadar kavgaya sebep olan, değil farklı dinlerin, aynı din içindeki farklı önderlerin bile, sadece farklı yorumlarından dolayı birbirini yediği bu mefhumun bir parçası olmak istemiyorum” demek istiyor olamaz mı? “Bu din senin her düşünceni belirler, hayatının her anını kuşatır, bütün hareketlerinin/davranışlarının dinin belirlediği kurallara göre olması gerekir” türü yoğun propaganda, özgürlüğüne düşkün zamane gençlerini bunaltmış olamaz mı? Gerçek Hayat dergisinde konuyla ilgili bir dosya hazırlayan Emeti Saruhan’ın örneğindeki gibi, “Devleti tanımadığı” için, bu devletten nüfus kâğıdı bile almayan bir ailenin kızının, İHL’ye giderken, bir gün babasına “ben yolda seke seke giderek şarkı söylemek istiyorum, oysa İslam buna izin vermiyor, o yüzden deist oldum” ifadesi bize bu durumu çok güzel anlatmıyor mu?
Bu tür konuları konuştuğum dindar ve gerçekten ahlâklı/edepli ve medeni bir kişiliğe ve aileye sahip bir arkadaşım, kızını yine kendi gibi zannettiği, dindar ve kendi çevresinden bir arkadaşının oğluyla evlendirdi. Ancak arkadaşımın kızı, yeni ailesinin fertlerinin ve eşinin, o güne kadar kendi evinde hiç duymadığı bazı edep dışı konuşmaları uluorta ve çoklukla kullandıklarını görünce utanmış. Eşine bu durumu “ben ailemde bu şekilde bir konuşma hiç duymadım, rahatsızım” şeklinde ifade etmiş. Bunu kendi ailesine de yarım ağızla söylemiş. Tabiî babası (arkadaşım) hem çok üzülmüş hem de yadırgamış. “Müslüman bir ailede nasıl böyle şeyler konuşulur?”. Bana anlattığında ona “Sen hem dindar hem de ahlâklı sanarak o damada kızını verdin ama şaşkınsın. ‘Peki gerçekten ahlâklı ve edepli ve fakat “deist” olduğunu söyleyen bir başka delikanlıya kızını verir miydin’ diye sordum. Bir an durakladı ve “vermezdim” dedi
Bir insan şayet, “elinden, dilinden ve gözünden emin olunan bir insansa”, o kişi ister dindar, ister deist, ister ateist olsun. “İyi insan” olduktan sonra inancının ne olduğu beni niye ilgilendirsin ki?