Gazze, Filistin’in denize açılan kapısı. Ne var ki bu kapı yıllardır İsrail ablukasında ve kapalı. Gazzeliler İsrail’den izinsiz balık bile avlayamıyor, Akdeniz’in kıyısında açlık çekiyorlar.
Gazze’nin güney komşusu Mısır’a açılan Refah kapısı var bir de… Mursî zamanında Gazze’ye can veren bu kapı, Sisi iktidarı ele geçirdiğinden beri kapalı. İsrail’le anlaşmalı olarak ve zinhar onu kızdırmayacak geçişler için arada bir açılıyor. Geçtiğimiz ay sağlanan geçici ateşkesin ilk gününde 200 tırlık insanî yardım geçişine müsaade edilmişti meselâ. Gazze’nin nüfusu iki milyon, her tırın istiap haddi 25 ton olduğuna göre, sadece içme suyu ihtiyacını karşılamak için bile günlük 160 tır gerekiyor. Girmesine izin verilen yardımın büyüklüğünü yahut kifayetini, varın siz hesap edin.
Gazze’nin yardıma değil, ablukanın kaldırılmasına ve ticarete ihtiyacı var. 7 Ekim saldırısından sonra bu ihtimalin iyice düştüğünün, hatta ortadan kalktığının farkındayım. Lâkin Gazze 7 Ekim’den önce de abluka altındaydı. Bu yüzden kimse ablukayı 7 Ekim saldırısıyla ilişkilendirmesin yahut haklılaştırmaya çalışmasın.
Bilindiği üzere Filistin, Azerbeycan’la Nahçıvan gibi, birbirinden kopuk iki parçadan oluşuyor. Arada İsrail var. Nablus’tan Gazze’ye (veya tam tersi) geçmek isteyen bir Filistinli İsrail’in iznine muhtaç. Eskiden İsrail denetiminde gerçekleşen bu giriş-çıkışlar, 7 Ekim’den sonra durmuş vaziyette. Batıdan Akdeniz’e, güneyden Mısır’a çıkışı kapatılan Gazze, şu hâliyle dünyanın en büyük açık hava hapishanesi.
Gazze dediğin 45 km derinliğinde, 12 km eninde küçücük bir yer. 450-500 km2’lik bir alanda muhasara altında tutulan iki milyon civarındaki Gazzeli, sıkış tepiş yaşadığı o daracık alandan bile sökülüp atılmaya çalışılıyor. Hamas militanı olmakla, ona destek vermekle, korumak veya sempati duymakla itham edilerek öldürülen, yaralanan veya göçe zorlananlar arasında militan olamayacak kadar küçük çocuklar, bebekler, yaşlılar, hamile kadınlar da var. Yeryüzündeki hiçbir dinin böyle bir ahlâksızlığa cevaz vereceğini sanmıyorum. Bu yüzdendir ki dünyanın dört-bir yanındaki insanlar -ki bunlar arasında Yahudiler de var- Netanyahu hükümetinin Gazze mezalimini her geçen gün daha yüksek sesle tel’in ediyor.
Kanaatimce Gazze meselesine bakışta iki mevzu öne çıkıyor. Bunlardan ilki, Hamas’ın bir terör örgütü mü yoksa -Kıbrıs’ta Fazıl Küçük önderliğinde olduğu gibi- bir mukavemet teşkilatı mı olduğu. İsrail ve onu destekleyenler, öteden beri Hamas’ın terörist bir yapılanma olduğunu savunuyor. 7 Ekim saldırısı, bu argümanı işlemek ve tüm dünyaya kabul ettirmek için kullanışlı bir araç işlevi gördü.
En modern silah ve teçhizatla kurduğu savunma sisteminin, Hamas’ın son derece basit teknolojiye dayalı araçlarla giriştiği bir dizi hava taarruzu karşısında çökmesi İsrail’de adeta bir şok etkisi yarattı. İsrail’in 11 Eylül’ü olarak da nitelenebilecek bu saldırıya sert bir karşılık vermesi beklenen bir gelişmeydi. Nitekim öyle de oldu ve İsrail ‘terörü kaynağında kurutmak’ için geniş çaplı bir operasyon başlattı. Meşru müdafaa kapsamında yürütülen bu operasyonun hedefi terörü ve teröristleri yok etmek, onlara yardım ve yataklık edenleri cezalandırmak. İsrail cephesinden görünen (ve gösterilmek istenen) manzara bu.
Bu bakış açısı, İsrail’in operasyonlarını ve Gazze’ye uyguladığı ambargoyu 7 Ekim saldırılarıyla ilişkilendirerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Hâlbuki operasyonlar ve ambargo, 7 Ekim’den önce de vardı. Hamas’ın saldırısı, bunların dozunu artırdı ve aşikâr hale getirdi. Esasen 7 Ekim saldırısı Gazze’de yaşanan sıkışmışlığın, çaresizliğin, çemberi bir yerinden kırma ve dünyanın dikkatini bu bölgeye çekme isteğinin sonucu olarak da görülebilir.
Çok basit ekipmanlarla ve üzerinde aylarca çalışıldıktan sonra gerçekleştirilen 7 Ekim saldırısı istihbarat, ekipman ve teknolojideki bütün üstünlüğüne rağmen İsrail’in pekâlâ dokunulabilir bir devlet olduğunu tüm dünyaya gösterdi. İsrail’e yaşatılan bu itibar kaybının bir sonucu olacağı belliydi. İsrail ve Netanyahu hükümeti, kendinden beklenenin fazlasını yaptı ve şu âna kadar yirmi binin üstünde Gazzeli’nin hayatına mal olan bir operasyon başlattı. Üç aydır süren bu operasyonun ne zaman biteceğine dair herhangi bir emare yok. Bana kalırsa Hamas daha temkinli olmalı ve bu kadar insanın hayatını tehlikeye atmamalıydı. Ne var ki bu dediğim, Hamas’ın varlık sebebine aykırı.
Hamas, Yaser Arafat’ın ‘konuşarak uzlaşma’ şiarına bağlı sol-seküler El-Fetih hareketine tepki olarak 1987’de kurulan İslamî eğilimli bir parti. Mısır merkezli İhvan hareketinin bir parçası. Batı Şeria’da da destek bulmakla birlikte, Gazze’de El-Fetih’i siyaset sahnesinden silecek kadar güçlü. El-Fetih’in aksine, konuşarak çözüme ulaşılamayacağını savunuyor. Öyle ki İsrail’i işgal ettiği topraklardan çıkarmak için gayri nizamî bir ordu niteliğindeki El-Kassam tugayları kurulmuş.
Hamas’ın askerî kolu olan El-Kassam tugayları, paramiliter bir yapılanma. İsterseniz Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı’na benzetin, isterseniz Çerkez Ethem’in yahut Topal Osman’ın birliklerine. Düzenli bir ordunun katı hiyerarşisine sahip olmadıkları gibi, düzenli orduların riayetle mükellef olduğu kural ve mevzuata da tâbi değiller. Buna mukabil siyasî otoritenin emrindeki İsrail ordusu, hem iç hem de uluslararası mevzuatla bağlı. Bu durum, İsrail’e terörle mücadelenin de dahil olduğu pek çok alanda sınır çiziyor ve sorumluluk yüklüyor.
Diyelim İsrail haklı ve Hamas bir terör örgütü. Bir terör örgütüyle mücadele ederken dahi belli hukuk normlarına uyulmalı. Terörle ve teröristlerle mücadele ederken asl’olan sivil halka ve yerleşim birimlerine zarar vermemek. Türkiye’nin Hendek terörüne mukabele biçimi, bu ilkeyi sistematik olarak çiğneyen İsrail güvenlik güçlerine ders olarak okutulmalı.
Gazze’de kimin haklı olduğuna dair tartışmalarda öne çıkan diğer konu, Filistin topraklarının kime ait olduğu, yani mülkiyet meselesi…
İsrail’e göre bu topraklar Roma İmparatorluğu tarafından ellerinden alınıp sürgüne gönderilmelerinden önce Yahudilerindi. Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı resmî din olarak benimsedikten sonra bu bölge zaman içinde Hıristiyanlaştı, daha sonra Müslümanların eline geçti ve 1516’dan 1917’ye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kaldı. Yahudiler bu toprakların ilk (orijinal) sahiplerine geri dönmesini hem hakkaniyetin bir gereği, hem de gün gelip arz-ı mev’udda (vadedilmiş topraklarda) yeniden hüküm süreceklerine dair inançlarının bir parçası olarak gördüler. Bu romantik bakış açısının takibi Türkleri Çin’den, Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerinden, Kızılderililer’i Amerikalılar’dan toprak talebine kadar götürerek uluslararası sistemi bir keşmekeşin içine atar.
Bugün Filistin olarak anılan coğrafya, dört asır Osmanlı idaresinde kalmış. Hangi mülkün kime ait olduğu tapu ve tahrir defterlerinden kolayca tespit edilebilir. Son yüzyıllık dönemin otuz yılında, İngiliz mandası var. Aynı belgeler, İngiliz arşivlerinden de temin edilebilir. 70-80 yıllık son dönemde ise hem belgeler, hem şahit ifadeleriyle mülkiyet meselesini büyük oranda çözmek mümkün.
Okuduğum ve konunun uzmanlarından dinlediğim kadarıyla son yüzyıl içinde Yahudilerin Filistin’deki gayri menkulünde devâsa bir artış var. Fakat bu, oransal bir artış. Gayri menkulün çok büyük bir kısmı, hâlâ Müslüman-Arapların elinde. Kendi rızalarıyla satmadıkları müddetçe de, söz konusu mülkün sahibi olmaya devam edecekler. Aksi bir tutum, insanlığın onbinlerce yıllık birikimi olan özel mülkiyete saygı ve mülkiyetin rızaen devri prensibinin ihlâli olur.
Piyasa anarşizminin Rothbard’cı yorumuna göre mülkiyet, kişinin bir uzvu, bedeninin bir parçası gibi. Bu yüzdendir ki mülkiyete yapılan her türlü saldırı, kişinin doğrudan bedenine yapılmış kabul edilir, mukabelede bulunanlar nefsini müdafaa kapsamına alınır ve cezalandırılmaz.
Hamas’ın öldürdüğü sivillerin çok büyük bir kısmının, Filistinlilerin mülkiyetine çöken işgalci Yahudiler olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, Rothbard’cı anlayışa göre Hamas’ın terörist bir örgüt olmadığı bile iddia edilebilir. Yeter ki İsrail güvenlik güçleri ve işgalciler dışında kimseye zarar vermemiş olsunlar.