Çeviren: Kubilay Atlay
Muhammed Buazizi’nin 2010’un sonunda çaktığı çakmak sadece kendisinin yanarak ölmesine sebep olmadı. Ortadoğu diktatörlerinin bir kısmını koltuğundan, bir kısmını canından etti, hepsinin en azından canını sıktı, korkuttu. Muhammed daha sonra “demokrasi şehidi” olarak bir çoklarınca kutsandı, sokaklara ismi verildi. Aslında hakikat bundan biraz daha farklı görünüyor. Demokrasi için kendini yaktığı iddia edilen Muhammed’den yola çıkıp Arap Baharının sebepleri ve tabi ki izlenmesi gereken yol hakkında önemli ve değişik bir görüşü olan de Soto’nun çıkarımarından hareketle Kadim özgürlük – demokrasi tartışmasının Arap dünyasına yansıması ve baskı-isyan-devrim-seçim-darbe-baskı çıkmazında kışa evrilen Arap Baharının daha iyi anlaşılması açısından önemli addettiğim The Spectator’ın editötü Fraser Nelson’ın The Telegraph’ta 4 Temmuz’da yayınlanan “Arap dünyasının demokrasiden çok kapitalizme ihtiyacı var” başlıklı yazısının kısaltılmış özetini sunuyorum. (Ç.N.)
Mısır’daki olayları izlemek Arap Baharının videosunu tersten izlemek gibi. Seçim sandığı defedildi, anayasa paramparça edildi, ordu bir kuklayı Cumhurbaşkanı ilan etti, Tahrir’de toplanan güruh da zevkten çıldırdı. İki yıl önce çok endişeli olan Suudi Arap monarşisi Kahire’nin generallerine tebrik telgrafı çekti. Her yerdeki keyifli müstebitler, Mısır’ın demokrasiyle kısa imtihanının utanç verici bir fiyaskoyla sonuçlandığını düşünüyorlar.
Normalde, batılı liderlerin darbeyi kınamak için sıraya girmeleri gerekiyordu, ancak dün William Hauge bile söylemesi gereken kelimeleri bulamaz görünüyordu. “Temelde Britanyalılar sivil yönetimi tercih ederler” diyordu. Mısır’daki darbeyi kınaması istendiğinde ise reddetti. Bir zamanlar devrimci optimismle öten Arap dünyasının Twitter hesapları ise umutsuzluk şarkıları söylüyor. Bahreyn’li Sünni vaiz Ahmet El Hüseyni “Mısır bana demokrasinin bir yalan ve seçilmiş cumhurbaşkanının bir masal olduğunu öğretti” diyordu. “Parlamento yok, seçim yok, Seçim Sandığı yok, hepsi birer yalan.”
Haklı bir tarafı var. Mısır’daki seçim İrlanda’nın AB referandumuna benziyordu: Oyverenler istedikleri seçimi yapabilirlerdi, tabi ki seçimlerinin doğru olması şartıyla. Ordu gidişattan memnun değildi, bu yüzden seçimin yinelenmesini istedi. Batı Mısır’ın demokratik ülkeler arasına girişini kutlarken Mısırlılar dehşet verici yakıt, yiyecek ve güvenlik kıtlığıyla ekonomik anlamda bir cehennem çukuruna doğru sürükleniyorlardı. Hizipsel şiddet Kıpti Hristiyanlara zulüm ve Sünni – Şii sürtüşmesi arasında bir kargaşa içinde sürüyordu. Cinayetler üç katına çıktı. Her yer darma duman olmuştu, bu yüzden de generaller kırmızı halıyla karşılandılar.
Oysa ki Arap Baharı demokrasi değil bir özgürlük talebiydi ve ikisi arasındaki fark can alıcıdır. 2 yıl önce kendisini Tunus’ta sokakta yakarak bütün bu olayları başlatan Muhammet Buazizi vakasını ele alın mesela. Ailesine göre onun siyasete hiç ilgisi yoktu. O, serbestçe alışveriş yapma, polise rüşvet vermeden ve mallarına rastgele el konmadan iş kurabilme hürriyetini talep ediyordu. Eğer şehitse, kapitalizmin şehidiydi.
Bütün bunlar Mısır’a Arap Baharının sebeplerini araştırmaya giden Peru’lu iktisatçı Hernando de Soto tarafından tespit edilmiştir. Soto’nun araştırma ekibi , Buazizi’nin, medya tarafından gözardı edilmiş -5’i Mısır’da olmak üzere- 60 adet benzer kendini feda etme (intihar) vakasına ilham kaynağı olduğunu saptamıştır. 1989 stili rejim değiştiren devrim açıklaması yabancılara o kadar cazip geldi ki detaylı açıklamar için heves eden pek olmadı. Ama Soto’nun ekibi intihar girişimi başarısız olup hayatta kalanlara matemli ailelerle görüştü. Defaatle aynı hikayeye ulaştılar: Bu temel bir hakka, ras el mel’e, yani kapitale,sermayeye sahip olmak, onu kullanabilmek hakkı için yapılmış bir protestoydu.
Buazizi, polis bütün meyvelerine ve küçük elektronik cihazlarına polis el koyduktan sonra intihar etmişti. Tüm malvarlığı buydu. Yetenekli bir tüccardı; hayâli, bir araba alacak kadar para biriktirmek ve işini büyütmekti. İlk bakışta bir miktar meyve ve 250 liralık elektronik alet intihar etmek için yetersiz gibi görünüyor. Ama polisle dalaştığı için Buazizi artık ticaret yapmasına müsaade edilmeyeceğini anlamıştı. Ailesi onun zaten hayatını kaybettiği düşüncesine sahip olduğunu ve bir amaç için ölecekse bu amacın fakirlerin alım-satım yapma hakkı için olması gerektiğini düşündüğünü söylüyor.
Gelişmekte olan ülkelerin ekseriyetinde bu hak mevcut değildir. Teoride herkes yasa ile korunmaktadır. Ama pratikte yasal lisans edinmek bürokrasiyle ve rüşvetle dolu bir labirentten geçmeyi gerektirmektedir ve ancak küçük bir azınlık bunu becerebilmektedir. De Soto’ta göre bu, dünyadaki fakirliğin önemli bir kısmını açıklamaktadır. “Nil Hilton’un kapısından dışarı adımınızı attığınızda, internetin, buz makinelerinin ve antibiyotiklerin dünyasını geride bırakmıyorsunuz” diyor Soto, “Yoksullar gerçekten istiyorlarsa bunlara erişebiliyorlar. Geride bıraktığınız şey mülkiyet haklarının yasal yollarla değiştirilebildiği bir dünyadır. Bu tüccarlar yasayı çiğnemiyorlar, yasa onları çiğniyor.”
İntiharı kameraya kaydedilen Faslı anne Fadouna Laroui’yi ele alın mesela. Kendini ateşe vermeden önce bunu yapmasının gerekçesini açıklamıştı: “Kendimi yakacağım” demişti. “Bunu Hogra ve ekonomik dışlanmayı protesto etmek için yapıyorum”. Hogra küçük satıcılara yönelik aşağılama ve hor görme anlamına geliyor, polisin Buazizi’ye yaptığı türden bir aşağılama ve hakir görme. Benzer hikayeler hayatta kalanlar ve ölenlerin ailelerince de anlatılmış. Buazizi’nin kardeşi De Soto’ya “Muhammet gibilerin derdi iş yapabilmekti. Onlar politikadan zerre bir şey anlamazlardı” demişti.
Teknik olarak yasa herkesi bağlar. Ama mesela Hüsnü Mübarek rejiminde Kahire’de küçük bir fırın açmak bürokrasiyle 500 gün uğraşmayı gerektiriyordu. Mısır’da iş kurmak 29 devlet kuruluşuyla uğraşmak anlamına geliyor. Bu durum bütün bölge için geçerli: ortalama bir Arap bir arsa ya da işletme satın alana kadar 40 kadar belge sunmak ve iki yıl boyunca devlet dairelerinin dehlizlerinde hayatta kalmak zorunda. Eğer bunun için yeterli zamanınız ve paranız yoksa karaborsada iş yapmaya mahkumsunuz ve ne kadar iyi olursanız olun asla fakirlikten kurtulamayacaksınız demektir. Araplar bundan o kadar rahatsızlar ki kendilerini canlı canlı yakıyorlar.
William Hauge, dün Mısırlıların fikirlerini açıklamak için ifade özgürlüğü ve yöneticilerini seçme hürriyeti istediklerini söyledi. “İstikrar, demokratik kurumlardan doğar” diye devam etti. Ancak – Suudilerin neşeli bir şekilde işaret ettiği gibi- şimdiye kadar demokratik Mısır’da mezkur istikrara dair pek az kanıt var ortada. Bu yeni palazlanan diğer demokrasiler için çok kötü bir model oluşturuyor: işler zorlaşırsa ordu hükümeti defedip her şeye baştan başlayabilir. Muhammed Mursi’yi başkan kabul edenler bilecek ki gerçekte ordunun arzularına hizmet etmektedir.
Bir kaç hafta önce de Soto ABD Kongresine Batının Arap Baharını temelden yanlış okuduğunu ve büyük bir fırsatı kaçırdığını söyledi. Buazizi ve kendilerini yakan diğer beş Mısırlı mülkiyet haklarından ve yasal korumalardan yoksun 380 milyon Arap adına konuşmuşlardı. Bu Britanya için de geçerli: eğer bu halkın savunuculuğunu yapacaksak, yaptığımız dış yardım karşılığında mülkiyet haklarının genişletilmesini istersek bu şimdiye kadar tasarlanmış en iyi yoksulluk-karşıtı strateji olacaktır. Bu aynı zamanda bize Arap dünyasında milyonlarca yeni dost kazandıracaktır.
Bu yeni bir fikir değil, eski bir fikrin uyanışı. Margaret Thatcher’ın bir zamanlar söylediği gibi: “Demokratik olmak yetmez. Çoğunluk, yanlış olanı doğru kılamaz.” Ona göre “Özgürlük, kurumların gücüne bağlıdır: kanun ve nizam, özgür bir basın, hükümete hükmetmeyen, ona hizmet eden bir polis ve asker.” Tarih onu –Rusya’da, Afganistan’da, Irak’ta ve şimdi Mısır’da- haklı çıkarıyor. Demokrasinin çehresi aldatıcı olabilir; milletlerin yükselişi veya düşüşü kurumların sağlamlığına bağlıdır.
The Telegraph, 04.07.2013