Fetö ihanet şebekesi, hem Türkiye’de, hem de Dünya’daki muhtelif ülkelerde kurmuş olduğu okullar vasıtasıyla çok yaygın ve yoğun faaliyetler yürütüyor. Okullaşma, bu şebekenin yürüttüğü faaliyetlerin sadece bir türüdür; her türlü yayın faaliyetlerinden lobi faaliyetlerine, ekonomik faaliyetlerden ilgili ülkelerdeki yönetimlerle yürüttükleri işbirliğine varıncaya kadar daha çok sayıda faaliyet türleri mevcuttur. Hatta başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülkenin bu yapıyı himaye ettiği gün gibi aşikârdır. Bu yapının bir ihanet şebekesi olduğunun anlaşılmasından sonra, hükümetin teşebbüsleri neticesinde bazı yabancı ülkelerde bu okullar tasfiye edilerek Maarif Vakfı’na devredildi ise de, bu yöndeki gelişmelerin yeterli olmadığı, buralarda yetişen hain unsurların hâlâ söz konusu ülkelerde kamu ve özel kurumlarda görevlerini sürdürmeye devam ettirdikleri bilinmektedir.
Ahtapot gibi dünya genelinde çok sayıda ülkeleri kuşatan bu yapıyı tasfiye etmenin, hem Türkiye, hem de bu yapının aktif olduğu ülkeler için hayatî öneme sahip olduğu söylenebilir. Peki, Türkiye’de bu ihanet şebekesini tamamen tasfiye etmenin ya da en azından etkinliğini kırabilmenin yolu mevcut mudur ya da bu, ne kadar mümkün ve muhtemeldir? Bu sorunun cevabı son derece önemlidir.
Meselenin iki veçhesi mevcuttur. Birincisi, güvenlik önlemleri, yargısal faaliyetler, disiplin soruşturmaları, bu yollarla bu yapının kurumsal olarak çökertilmesi. İkincisi, bu ihanet şebekesinin fikrî, felsefî vb. temellerinin, fikrî, felsefî temelde çökertilmesi. Birincisi daha ziyade devletin aldığı önlemlerle, ikincisi ise devletin güvenlik ve yargı birimlerinden ziyade, ilâhiyatçı bilim adamları ve Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ile alâkalıdır.
Devlet, güvenlik önlemleri ve yargılama, soruşturma, bir kısmının görevlerine son verme, suç unsuru teşkil eden mal varlıklarına el koyma vb. yollarla birinci tür önlemleri mümkün olduğu kadar yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu konuda başarılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Burada bu konu üzerinde ayrıca durmak istemiyorum. Meselenin ikinci boyutu en az birinci boyutu kadar önemlidir. Hatta kalıcı sonuçların elde edilmesi büyük ölçüde bu ikinci tür faaliyetlere bağlı bulunmaktadır. Şöyle ki:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şimdiye kadar “zararlı” kabul ettiği birçok cereyana karşı yıllarca kurumsal mücadele yürüttü. Fakat bu mücadelenin etkinliği, daha ziyade, bu yapıların fikrî zeminde zayıflaması ya da zayıflatılması ile mümkün olmuştur. Benzer durum, Fetö ihanet şebekesi için de söz konusudur. Bir diğer ifadeyle, devletin bu yapıya karşı mücadelesinin etkinliği ve kalıcılığı, bu yapının, fikrî, felsefî, kültürel vb. temellerinin çökertilmesini lüzumlu kılmaktadır. Bunu yapacak olan da, güvenlik önlemleri ve yargılama, soruşturma vb. yollarla devlet değil, daha ziyade ilâhiyatçılar olsa gerektir.
Elbette, Türkiye’de çeşitli dinî cemaatler, tarikatlar, gruplar, hatta bu yapıya karşı olan seküler kesimler mevcuttur. Bu konuda bunların üzerine düşen görevlerin de mevcut olduğu söylenebilir. Hatta okuyan, düşünen, tefekkür eden her bir bireyin bu konuda vicdanî mes’uliyet içinde oldukları da söylenebilir. Fakat ben burada hayatî derecede müessir olabilecek iki kesim üzerinde durmak istiyorum. Bunlar, ilâhiyatçılar ve DİB’dir.
Fetö’nün, gerek diğer ülkelere yönelik, gerekse Türkiye özelinde üç tür tahribatı söz konusudur. Birincisi, diğer ülkelere yönelik olanıdır. Bu ülkeler, İslam Devleti olsun ya da olmasın, bu yapı, açtığı eğitim kurumları vasıtasıyla, ABD ve Batı çıkarları eksenli bir eğitim faaliyeti yürütmektedir. Bu ihanet şebekesi tarafından kurulan eğitim kurumları, bu ülkelerde Türkiye’deki Robert Koleji gibi en elit eğitim kurumu olarak tanıtıldığı, bu yönde algı oluşturulduğu için, bu okullarda en elit kesimlerin çocukları okutulmakta, bunlar da ABD’nin çıkarları eksenli bir eğitimden geçmektedir. Bunlar, yakın gelecekte ülkenin yönetiminde söz sahibi olacakları düşünüldüğünde, amacın büyüklüğü çok daha iyi anlaşılmaktadır. Esasen bu, her halükârda ABD’nin çıkarları ile uyumlu olmayan her türlü düşünceyi reddeden yönetici bir elitin yetişmesine katkı sağlamaktadır. Bir nevi bu ülkelerin, haricî güçler tarafından kuşatılması, bu yolla esir alınması durumu söz konusudur. Kısaca bu zeminde, halkın çoğunluğunun hassasiyetlerinden ziyade, ilgili ülkenin, fiilî olarak bağımsızlığının kaybedilmesi neticesini ortaya çıkaracak bir yönetici elitin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. İkincisi, Türkiye’de devlete yönelik olan tahribattır. Devlete yönelik tahribat boyutu ile yabancı güçlerin emrinde bir yapı olarak devletin bütün kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş olmak ve 15 Temmuz ihanet darbesi teşebbüsü yoluyla Türkiye’yi haricî güçlere mutlak itaat eden ülke haline getirmek, hatta icab-ı halde iç savaş yoluyla ülkenin parçalanmasına katkı sağlamaktır. Üçüncüsü, İslam Dinine ve Müslümanlara, onların iman, itikat ve İslamî yaşantılarına yönelik tahribattır. Türkiye’de Devlete yönelik olanı, güvenlik ve yargılama önlemleri ile bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Ama üçüncüsüne yönelik olarak, ilâhiyatçılardan ve DİB tarafından etkili bir çalışmanın yürütüldüğü söylenemez.
Fetö elebaşının ve teorisyenlerinin, müntesiplerine yönelik telkin ve uygulamaları, çok yönden sapkınlık teşkil etmektedir. Her şeyden önce kendilerini bir dinî cemaat olarak nitelemektedirler. Bu ne kadar doğrudur? Bunun mutlaka İslamî hassasiyetler temelinde tahlil edilmesi gerekir. Diğer yandan, Fetö’nün bir peygamber olup olmadığı ya da ona izafe edilen dinî makamların İslamî zeminde tahlil edilmesi gerekir. Ayrıca, Fetö’nün, namaz, oruç, faiz, içki, başörtüsü, tesettür ve sair gayrı İslamî yaşantıya ilişkin hususlar, kendilerini gizlemek için imanî bir gereklilik gibi gördükleri “yalan” söylemek, takiye yapmak, imtihanlara hileler karıştırarak yapılan haksızlıklar vd. alanında İslamî gerekliliklerle alâkalı sapkınlıklar söz konusudur. Bütün bunlara ilişkin hemen her bireyin, şahsî olarak, genel dinî ve kültürel bilgiler kapsamında bir dereceye kadar kanaatleri mevcut ise de, bu yapının, bazı kereler yanıltıcı mantık ve cerbeze oyunlarını da kullanarak meydana getirdikleri tahribatın ortadan kaldırılması için, meseleyi ilmî zeminde ele alan ilâhiyatçıların ve DİB’in mutlaka etkin rol oynamaları gerekir. Çünkü bunlar, ne hukukçuların, fizikçilerin, tıpçıların, tarihçilerin, ne de iktisatçıların işidir. Nasıl tarihî hadiselere ilişkin yanlışlıkları izale edecek olanlar genellikle tarihçiler, tıbbî alana ilişkin yanlışlık ve hataları izale edecek olanlar tıbbiyeliler olacaksa, iman, itikat, ibadet vb. konulara ilişkin ilâhiyat alanına taalluk eden hataları, yalanları, sapkınlıkları izale etmenin en etkili yolu da, ilâhiyatçıların tutum almalarını, DİB’in aslî fonksiyonunu icra etmesini lüzumlu kılmaktadır.
Ben bu mevzuyu bazı ilâhiyatçılara açtığım zaman, maalesef şu cevapla karşılaştım: “Efendim, bu konulara el attığımız takdirde, tehditlerle karşılaşıyoruz; bu sebeple de pasif kalıyoruz”. Ben bu tür bir cevabın, “esasen içlerinden gelerek yapmak istemedikleri bir işi yapmak istememeleri için söyledikleri kaçamak bir mazeret” olarak görüyorum. Bu konularda o kadar çok yazan ve çizen var ki, bunlara yönelik şimdiye kadar caydırıcı bir kalkışmanın olduğu söylenemez. Belki, bu yapının etkin olduğu dönemlerde bu mazeretin bir dereceye kadar kabul edilebilir olduğu (esasen bu da tartışılır) söylenebilir ise de, günümüz şartlarında bunu söylemek, büyük ölçüde üzerinden vazifeyi atmak, sorumluluktan kaçınmaktır. Elbette ki ilâhiyatçı da olsa, hiçbir kimse bir işi yapmaya zorlanamaz. Ama nasıl ki, bu yapıya karşı olan hemen herkes, gücü yettiği ölçüde bu yapıya karşı, vicdanî yükümlülükler çerçevesinde bir çaba içerisinde ise, en azından bu yapıya karşı olan sahasının ehli olan ilâhiyatçıların da bu vicdanî yükümlülüklerle hareket etmeleri beklenir.
Her ne kadar bunları yapmamanın kanunî ve hukukî bir yaptırımı mevcut değil ise de, bunu yapmamakla, toplum vicdanında ilelebet mahkûm olmayı da kabul etmeleri gerekir. Nasıl bir hukukçu, toplum vicdanında itibarını, hukukçu olmanın lüzumunu hakkıyla yerine getirmesiyle kazanırsa, bir ilâhiyatçı da aynı şekilde toplum vicdanında muteber bir şekilde yerini alması da, bu konulara ilişkin mükellefiyetini lâyıkı veçhiyle yerine getirmeleri ile mümkün olacaktır. Benzer bir durum, DİB için de söz konusudur. Çoğu ilâhiyatçı, maalesef bin küsür sene önce yaşanan, birçoğunun bugün toplumda hiç karşılık bulmadığı, tamamen teferruata taalluk eden ihtilaflı konuları güncel hale getirerek hararetle, hatta çoğu kereler kırıcı, incitici şekilde tartışmak yerine, Fetö’nün sapkınlıklarını çürütücü yönde çabalar sarf etse, toplum nezdinde çok daha muteber hâle gelecektir. Ya da en azından, bu tür tartışmaları gerçekten lüzumlu görüyorlarsa, hiç olmazsa ikisini birlikte yürütmeleri onlardan beklenir. Yoksa toplum bunları bir kenara iterek onları itibarsız, sözü dinlenmez bir güruh olarak görmeye başlayacaktır. Bunun bir diğer neticesi olarak da, bu yapının, bütün sapkınlıkları ile varlığını sürdürmeye devam etmesi olgusu akamete uğramayacaktır.
Ey ilâhiyatçılar ve DİB kurumu ve personeli, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk toplumunun selameti ve bekası için, üzerinizdeki ölü toprağını atın ve vicdanî mükellefiyetlerinizi yerine getirerek toplum vicdanındaki âli mevkideki yerlerinizi alınız. Yoksa itibarınız beş paralık olur. Bu sözüm, bu yönde vicdanî mükellefiyetleri haiz olan ilâhiyatçılar a yöneliktir. Diğerleri ne söylense üzerlerine alacak durumda değillerdir. Onları da, Allah’a, kendi vicdanlarına ve Türk toplumunun engin vicdanî değerlendirmelerine havale ediyorum. Ayrıca, az sayıda da olsa bu yöndeki beklentileri karşılamaya çalışan liyakatli ilâhiyatçıları bu hitabın kapsamı haricinde tutuyorum.
14 Mart 2019
Dr. Adnan Küçük, Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi