Ezberlerimizi bozma zamanı

Kürt meselesinde bir çözüme ulaşacaksak ilgili her kesimin ezberlerini bozması ve yıllardır inanmayı sürdürdüğü görüşleri sorgulaması lazım. Bu iki şeyi gerektirir. Önce kuvvetle benimsediğimiz kişisel görüşlerimizi yine bizzat kendimiz sorgulayabilmeliyiz.

Sonra bu görüşlerin başkaları tarafından sorgulanmasına ve onlarla taban tabana zıt görüşlerin dile getirilmesine rıza göstermeliyiz. Bununla da yetinmemeli, daha fazlasını yapmalıyız; zıt görüşleri dinlemede istekli ve ısrarcı olmalıyız. Hükümetin son atağının başlamasından beridir bazı kişi ve kesimlerin bu bakımdan performansı hiç umut verici görünmemektedir.
Bu kişi ve kesimler ısrarla Kürt problemini yok saymakta veya mahiyetini çarpıtmakta. Kullanışlı fakat sosyolojik realitelere aykırı bir yaklaşımla, PKK ile özdeşleştirerek, Kürt problemini, şiddetin toplum katlarında yarattığı negatif çağrışımlardan yararlandırmakta. Bunlara göre Kürt probleminin bitmesi demek PKK’nın bitmesi demektir. PKK biterse mevcut siyasî yapılanma ve sistemde hiçbir değişikliğe ihtiyaç yoktur. Statüko aynen devam etmelidir. Zaten bu problem “bir avuç hain”in ve “dış güçler”in eseridir.

Klişelerin İnandırıcılığı Kalmamıştır

Şiddet elbette Kürt probleminin bir parçasıdır, ama hiçbir şekilde tamamı değildir. Bu yüzden, Kürt probleminin çözülmesi PKK’nın bitirilmesine indirgenemez. PKK bazı şeylerin sebebidir fakat aynı zamanda bir sonuçtur. Varlık sebeplerini ortadan kaldıramazsak yok edilen sonuç başka isimler altında yine boy gösterebilir. Bundan dolayı PKK’yı dağdan indirmeye ve silah bırakmasını sağlamaya çalışmakla beraber elbette problemi PKK ile özdeşleştirme hatasına düşmemeliyiz. Daha doğrusu yıllardır sürdürülen bu hatadan vazgeçmeliyiz. Kürt sorunu, en rahatsız edici tarafı şiddet olan; geniş kapsamlı; sosyal, siyasî, kültürel boyutları bulunan ve ülkemizdeki siyasî yapılanmanın özellikleriyle yakından ilişkili bir sorundur.

Gerçekten geniş ufuklu olmalı ve ezberlerimizi bozmaktan, yıllanmış, yaşlanmış ve yorulmuş kanaatlerimizi sorgulamaktan kaçınmamalıyız. Bunu özellikle yapması gerekenler sorunu tek boyutluluğa indirgemekte ısrar eden kimi Türklerdir. Bu insanlar bıkkınlık veren klişeleri sorgulanamaz büyük fikirler muamelesine tabi tutmaya son vermelidir. Bu klişelerin inandırıcılıkları kalmamıştır. Bunlardan biri “bin yıldır süren Türk-Kürt kardeşliğinin bozulmak istendiği” iddiasıdır. Doğrusu Türkiye realiteleri dikkate alındığında kardeşlik retoriği çok komik kaçmaktadır. Bu ne biçim bir kardeşliktir ki küçük kardeşin talep ve ihtiyaçları ısrarla görmezden gelinmektedir. Küçük kardeşin büyük kardeşin her dediğine tabi olması ve onunla özdeşleşmesi istenmektedir. Bu kardeşlik retoriği olsa olsa bir “euphemism”e (kötü şeylerin iyi kelimelerle ifade edilmesi veya üstünün örtülmesi) denk düşer. Bununla asıl kastedilen Kürtlerin statülerine razı olması ve kendilerine layık görülenlere itiraz etmemesidir. Kürtler bunu yaptığı sürece kardeşliğimiz bozulmayacaktır. Ama zaten sosyolojik realite buna uymadığı için problem doğmaktadır. Eğer gerçek bir kardeşlikten söz ediyorsak kardeşlerimizi dinlemeli ve ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmalıyız. Yoksa kardeşlerimiz mutsuz olabilir ve onların mutsuzlukları bize de yansır.

Ayrıca, ihtiyacımız, hepimizi vatandaş olmanın kıvancına ulaştıracak ve beraber yaşama irademizi kuvvetlendirecek bir ortak yaşama çerçevesinin kurulmasıdır. Bu kardeşlik retoriğinin altında yatan zihniyet bunu temin edemez. Bir siyasî sistemin temel karakteristiklerini ikide bir kardeşlikten dem vurarak belirleyemez ve belirginleştiremeyiz. Vurgulanması gereken kardeş olduğumuz, beraber savaştığımız filan değil, eşit vatandaşlık, haklarda eşitlik, negatif ve pozitif ayrımcılığın olmaması, kişilerin kültürel özelliklerinin tezahürünün engellenmemesi, tercih hakkının titizlikle korunması, kamu otoritelerinin yetkilerinin bireysel hak ve özgürlüklerle sıkı sıkıya sınırlanması gibi hususlardır.

Bir diğer klişe Anayasa’daki “Türk” kelimesinin bir etnik kimliği adlandırmadığı, bir üst kimliği, vatandaşlığı ve sosyal ve kültürel ortaklığı vurguladığı iddiasıdır. Keşke öyle olsaydı ama ne yazık ki realite farklı ve bu realiteyi değiştirmek için vakit hayli geç görünüyor. Türk üst adlandırmasının bu anlama gelmesi için devlet politikalarının ülkedeki etnik topluluklar arasında negatif ve pozitif ayrımcılıklar yapmaması gerekirdi. Bu olmadı. Türk devlet zihniyeti esas itibarıyla şoven Türk milliyetçisi bir zihniyettir ve her milliyetçilik gibi ötekileştirmeye, bir üst kültür yaratmaya ve değişiklikleri bu üst kimlik içinde asimile etmeye dayanmaktadır. Bu klişedeki bir diğer tuhaflık, klişeye inananların herkesin inanmak zorunda olduğunu düşünmesidir. Diyelim ki bir kişi bunu böyle görüyor. İkinci kişi niye öyle görmek zorunda olsun? Kürt meselesini terör meselesi, kardeşliğin bozulması meselesi olarak görenlerin Türk adlandırmasıyla ilgili böyle bir anlayışa sahip olması normal. Ama bir de “öbür taraf” var. Acaba onlar ne düşünüyor? Ve onlar farklı düşünüyorsa ne olacak? Açık ki Kürtlerin çoğu olayı böyle algılamıyor. Onlar Anayasa’daki Türk kavramının bir etnik kimliğin farklı etnik kimliklere dayatılması anlamına geldiğini düşünüyor. O zaman Türkçü kesimin kendi anlayışına tek ve mutlak doğru anlayış muamelesi yapmayı terk edip diğerlerini anlamaya çalışması gerek.

Daha başkaları da var ama burada kısaca ele aldığım bu ikisi Türk kesiminde en yaygın ve en baskın klişeler.

Kürtlerin Anlamını Yitirmiş Talebi

Peki Kürt tarafının klişeleri yok mu? Elbette var. En büyük Kürt klişesi halkların self determinasyon hakkı klişesidir. Bu klişeye göre her halk devlet sahibi olma hakkına sahiptir ve Kürtler de ayrı bir halk teşkil ettiklerine göre ayrı bir devlet kurma hakları vardır. Bu çok kuvvetli görünen klişe aslında siyaset felsefesindeki tartışmalarla epeyce gerilemiştir. Bu tür meseleleri tartışırken tek bir ilkeye, mesela self determinasyon hakkına, başvuramayız. Dikkate almamız gereken başka ilkeler de vardır ve bu ilkeler en temel ilke gibi görünen ilkeyi bile geçersiz kılabilir. Ayrı bir yazı gerektirdiği için ayrıntısına giremeyeceğiz, ama şu kadarını söylememek konuyu eksik bırakmak olacaktır. Bir siyasî sistem kendi kendini yönetme ilkesini (mahalli idare) ve demokratik hak ve özgürlüklerin eşit kullanımını reddettiği ölçüde o sistem bünyesindeki grupların self determinasyon hakkı kuvvetlenir ve karşı argümanları geçersiz kılacak meşruiyet seviyelerine tırmanır. Bunun tersi de doğrudur. Bir ülke demokrasiyi derinleştirdiği ve yaygınlaştırdığı ve bireylerin ve birey gruplarının (bu yerine göre gönüllü birlikler, yerine göre kasabalar, şehirler olabilir) kendi işlerini sevk ve idare etmesine izin verdiği ölçüde o ülkede grupsal self determinasyon ilkesi kan kaybeder. Zira vatandaş kitlelerinin, azınlık bile olsalar, temel hak ve hürriyetleri kullanabilmeleri, kültürlerini koruyabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri için ayrı bir devlete ihtiyaçları kalmaz. Çok ağır bir problemi sabitleşmiş zihniyetlerle, donmuş kafalarla çözemeyiz. Ezberlerimizi bozmalı ve çözüme küçük de olsa katkıda bulunmak için harekete geçmeliyiz.

Zaman, 14.08.2009

  .

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et