[Bu makale ayrıca Zaman Gazetesi’nde iki bölüm halinde (1,2) yayınlanmıştır.]
Amerikalı hukuk ve siyaset teorisyeni Ronald M. Dworkin 14 Şubat günü 82 yaşında vefat etti. Dworkin otuz küsur yıldır İngilizce konuşulan dünyada başta hukuk teorisi alanında olmak üzere kendisine en çok atıf yapılan düşünürlerden biriydi. Kamu hukuku alanında uzmanlaşmış bir bilim adamının eserlerinin siyaset teorisinden soyutlanması zaten imkânsızdır ama Dworkin’e siyasî düşünce alanında da ilgi duyulmasının kendi teorisinin yapısından kaynaklanan özel bir nedeni vardır. Bu, onun hukuku aynı zamanda siyasî bir girişim olarak gören yaklaşımından kaynaklanmaktadır. “Revizyonist” bir liberal olarak Dworkin’in bir bakıma “popüler” bir düşünür olmasının, onun, toplumsal-siyasal bir teori ve pratik olarak liberalizmin yeniden canlandığı bir dönemde -1970’ler ve sonrasında- eser vermesiyle de ilgili olduğu muhakkaktır.
Dworkin’in Siyasî Teorisi
Ronald Dworkin “liberal” olarak anılmakla beraber, Amerikan siyasî yelpazesinin “sol”unda, yine orada yaygın olan bir deyimle, “ilerici” cenahta yer alan bir düşünürdü. Bu pozisyon, Türkiye’nin ve Avrupa’nın terminolojisinde kabaca “sosyal demokrat”lığa denk düşmektedir. Önerdikleri projelerin liberalizmin klasik anlamıyla uyuşmayan epeyce yönü bulunmasına rağmen, Dworkin ve benzeri –J. Rawls, B. Barry, B. Ackerman gibi- düşünürlerin Amerikan bağlamında “liberal” olarak anılmalarının başlıca iki nedeni var: Birincisi, bunların 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında T. H. Green, L. Hobhouse ve J.A. Hobson’ın revizyona uğrattığı –“yeni liberalizm” de denen- düşünce geleneğini takip ediyor olmalarıdır. Bu düşünürler liberalizmi klasik köklerinden önemli ölçüde kopararak, onu demokratik sosyalizmle bağdaşabilecek yeni bir rotaya sokmak istemişlerdi. İkinci neden, Rawls ve Dworkin gibi Amerikan liberallerinin sonuçta önerdikleri veya onayladıkları siyasî projenin aşağı yukarı sosyal veya refah devletiyle örtüşmesine rağmen, ahlâkî ve epistemolojik öncülleri bakımından onların esas olarak bireyci olmalarıdır.
Dworkin’in görüşleri bu bakımdan tipiktir. Nitekim o, klasik liberallerden farklı olarak, “liberalizm”in temel değerinin özgürlük değil eşitlik olduğunu savunuyordu. Dworkin hem özgürlük hem de eşitliğe bağlılığa dayandırılan bir liberalizm görüşünü eleştirir. Ona göre, bu görüşü benimseyenlerin asıl bağlılıkları özgürlüğedir, eşitliğe ise daha sınırlı bir rol verirler. Oysa, Dworkin liberalizmin özünün bütün bireylere “eşit ilgi ve saygı”yla muamele etmek olduğu görüşündedir. Siyasî kurumların bu ilkeye uygun olarak tasarlanması gerekir. Aslına bakılırsa, Dworkin bireylerin genel bir özgürlük hakkına sahip olduklarını da düşünmemektedir. Bireylerin sivil ve siyasal hakları vardır ama özgürlük diye genel bir hakları yoktur. Sivil özgürlüklerin temeli özgürlük değil eşitliktir, eşit ilgi ve saygıdır. Dworkin’e göre, liberalizmin bu temel özgürlüklere özel önem vermesi özgürlüğün eşsiz öneminden değil fakat eşit ilgi ve saygıya bağlılıktan kaynaklanır.
Ayrıca, değer çoğulculuğunun bir gerçek olması karşısında, Dworkin’e göre, eşitlik devletin iyi hayata ilişkin rakip anlayışlar karşısında tarafsız olmasını gerektirir. Dworkin’in kendi ifadesiyle: “Eşitlik siyasî kararların herhangi bir iyi hayat anlayışından veya hayata değer veren her neyse ondan mümkün olduğunca bağımsız olmasını gerektirir… Yurttaşların (iyi) anlayışları farklı farklı olduğundan, (hangi nedenle olursa olsun), devlet eğer bir anlayışı diğerine tercih ederse onlara eşit davranmamış olur.”
Öte yandan, Dworkin’in temel liberal değer olarak gördüğü eşitlik sadece eşit yurttaşlık veya hukuk önünde eşitlikten ibaret de değildir. Ona göre, eşitlik ilkesi bireylerin kaynaklara eşit ulaşımını ve fırsatların eşitliğini de gerektirir. Dworkin bu konuda insanların doğumla gelen yetenek donanımlarının sonucu olan eşitsizlikler ile “başarma tutkusu”na duyarlı olan eşitsizlikler arasında bir ayrım yapar. İnsanların fıtrî yetenekleri bakımından avantajlı olmalarını keyfî bulur,çünkü bunlar kişilerin tercihleri ve çalışmalarıyla ilgisizdir. Buna karşılık kişilerin tutkulu bir şekilde çalışarak elde ettikleri ahlâkî bakımdan takdire değerdir ve kişi bu sonuçları hak eder. Dworkin bu anlamda eşitlikten ayrılmanın eşit ilgi ve saygıdan caymak anlamına geleceğini, dolayısıyla meşru olmadığını düşünür. Çünkü, böyle yapılması halinde devlet ya bazı insanların kaderinin diğerlerininkinden daha fazla ilgiyi hak ettiğini ya da bazılarının tutku ve yeteneklerinin daha değerli olduğunu varsaymış olur.
Dworkin’in hem siyasî hem de hukukî teorisinde hakların belirleyici bir yeri vardır. O hakları başka mülâhazaları geçersiz kılan, bireylerin ellerindeki “kozlar” olarak niteler. Buna göre, haklar kollektif iyiye dayandırılan kamu siyaseti taleplerine üstün gelirler. Dolayısıyla, eğer bir kişi bir şey üzerinde hakka sahipse, genel yarar gerekçesiyle bile devlet kişinin o hakkını tanımazlık edemez.
İlginçtir ki, Dworkin en üstün ahlâkî talepler olarak nitelediği “haklar” listesinde meselâ ifade ve örgütlenme özgürlüklerine öncelikli bir yer verirken, bu listeye iktisadî özgürlük haklarını dahil etmez. Ona göre,“(h)akikî liberallerin fikir özgürlüğü kadar iktisadî özgürlüğü de korumaları gerektiği önermesi gülünçtür.” Dolayısıyla, İktisadî haklar kamu siyaseti mülâhazalarıyla her zaman ihmal edilebilirler. Böylece, Dworkin’in teorisi, iktisadî beklentileri veya mülkiyet haklarını olumsuz etkileyen kamu otoritelerinin aşırı düzenleyici ve müdahaleci önlemlerine (aşırı vergi gibi) karşı kişileri korumasız bırakmaktadır.
Dworkin’in Hukuk Teorisi
Dworkin’in hukuk teorisi anti-pozitivisttir. Dworkin yargısal faaliyeti kanunların ve diğer hukukî materyalin lâfzî okunmasına indirgeyen bir hukukî pozitivizmi reddetse de, ilk bakışta zannedilebileceği gibi, hukukî pozitivizm karşıtlığı onu tabiî hukuk doktrinini benimsemeye de götürmez.
Pozitivistlerin aksine, Dworkin bir hukuk düzeninin temel direklerinin kurallar değil ilkeler olduğunu iddia eder. Onun ilkelerden kastettiği, kurallardan daha yüksek bir genellik düzeyine sahip soyut gereklilikler değildir. Dworkinci ilkeler kuralların anlam ve uygulamasına hakim olan daha yüksek bir düzenin unsurlarıdır. Hukuk düzeninin özerklik ve bütünlüğünü sağlayan da bu ilkelerdir.
Hukuk düzeninin temel direklerinin kurallar değil ilkeler olduğunu iddia etmekle, Dworkin özerk bir yapı olarak hukuku meşruluğunu yasama organının iradesinden alan bir kurallar hiyerarşisiyle temellendirilmesine karşı çıkmaktadır. Dworkin’e göre, pozitivizmin iddia ettiğinin aksine, hukuk ilkelerinin kökeni “bir yasama organının veya mahkemenin muayyen bir kararı değil”dir. Bu ilkeler süregiden bir düzen olarak hukuk sisteminin dayandığı gelenekte saklı olan ve hakimin keşfetmesi gereken ilkelerdir.
İlkeler zor davalar bakımından önemlidir. Hangi kuralın uygulanacağının veya hatta bu konuda bir kuralın var olup olmadığının şüpheli olduğu “zor davalar”da hakimler hukukun dışındaki mülâhazalara değil fakat hukukun bir parçası olan ilkelere başvurmalıdırlar. Eğer hukukun bütünlük ve özerkliği korunacaksa hakimlerin ilkelere başvurmaları zorunludur. Ancak ilkeler doğaları gereği kesinlikten yoksundurlar, dolayısıyla onların “tezekkür edilmesi”, keşfedilmesi gerekir. Hakimler kararlarını verirken ilkeler üzerinde düşünüp taşınacak ve gerektiğinde –meselâ, İlgili ilkelerin birden çok olduğu durumda- onların ağırlıklarını belirleyeceklerdir. Bu da içerdiği hakları ve yansıttığı genel ilkeleri saptayabilmek için yargıcın bütün bir hukuk sistemini incelemesi ve sistemde mündemiç olan ve özgül uyuşmazlığa en uygun temel ilkeleri üreten bir kararı vermesini gerektirir.
Bunun bir anlamı, yargıcın siyaset teorisine başvurmasının zorunlu olmasıdır. Nitekim Dworkin, yargısal (hukukî) sürecin “derinden ve baştanbaşa siyasî” olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla, hukuk uygulayıcıları siyaset teorisindeki geniş anlamıyla politikadan kaçınamazlar. Çünkü bu sürece giriştiğinde yargıçlar mevcut hukukî yapıya anlamını en iyi verecek olan siyasî teoriyi bulmak zorundadırlar. Dworkin yargının önüne gelen bütün uyuşmazlıklarda toplumun moralitesinden çıkarılabilecek doğru bir cevabın var olduğunu ileri sürer. Ancak, hukukî metinlerin farklı okumalara açık olması karşısında, birçok rakip yorum teorisi makul olarak kullanılabilir, bundan dolayı, hangi teorinin/okuma biçiminin metne en doğru anlamı verdiği hep tartışmalı kalacaktır.
Dworkin gerçi ilkelerle siyaset (policy) arasında ayrım yapmaktadır. Buna göre, kollektif amaçları gerçekleştirecek siyasetleri belirlemek esas olarak yasamanın işidir, buna karşılık yargı ilkelerin belirlediği hakları korur. Bu haklar yasamanın da sınırını oluşturur. Ne var ki, Dworkin siyasetlere mahkemelerin kullanacakları standartlar arasında da yer vermektedir. Bu durumda, “haklar”ı, hukuk geleneğinde mündemiç olan ahlâkîlikte arayıp bulma veya keşfetme konusunda yargıçlara tanınan takdir yetkisi yasamanın alanına müdahaleyle sonuçlanabilecek, hatta keyfiliğe yol açabilecek kadar geniş olduğundan bu ayrımın pratik değeri çok fazla değildir. Öte yandan, siyasetlerin aynı zamanda “zor davalar”da yargıçların başvuracakları -kuralların dışında kalan- standartlar olarak da işlev görecek olması da yargıyı yasamanın alanına daha fazla müdahil kılmaya elverişlidir.
Sonuç
Dworkin’in siyasî teorisinin zorlukları tam da sisteminin temeline yerleştirdiği ve ilk bakışta insan onuru düşüncesinin doğal bir anlatımıymış gibi görünen “eşit ilgi ve saygı” ilkesini anlama tarzından ileri gelmektedir. Bu anlayış bir yandan iktisadî özgürlüğe neredeyse büsbütün “ilgisiz” kalırken, öbür yandan var olduğu yerlerde de bu “ilgi” fazla müdahaleci olma potansiyeli taşımaktadır. Bu durum aynı zamanda, özgürlüğe genel bir ilke olarak yer vermeyen bir “liberalizm”in açmazını göstermektedir. Kısaca, Dworkin’in “liberalizm”i sadece özgürlüğü genel bir hak olarak tanımaması bakımından değil, iktisadî liberalizmi ihmal etmesi bakımından da aksak bir liberalizmdir.
Oysa, iktisadî özgürlüğü dışlayan bir anlayışın ne derece liberal sayılabileceği bir yana, John Tomasi’nin yakınlarda Rawls’un teorisiyle ilgili olarak gösterdiği gibi (Free Market Fairness, 2012), tam da bu düşünürlerin benimsedikleri temel değerlerden hareketle (Rawls’ta “kendi hayatını kendisinin şekillendirme sorumluluğu” veya kısaca özerklik, Dworkin’de ise “eşit ilgi ve saygı”) iktisadî özgürlüğün de diğer sivil özgürlükler gibi ahlâken zorunlu olduğu savunulabilir.
Hukuk teorisi bakımından ise başlıca iki problem var görünmektedir. Birincisi, Dworkin müphem ve kesinlikten yoksun ilkeleri hukuka dahil etmek ve yargısal karar vermenin ancak genel bir siyasî teoriye atıfla gerçekleşebileceğini ileri sürmek suretiyle, siyasetle hukuk arasındaki ayrımı neredeyse kaldırmaktadır. Siyasetin hukuku önemli ölçüde belirlediği böyle bir durumda Dworkin’in hukukun özerklik ve bütünlüğünü savunmada ne ölçüde tutarlı olduğu sorgulanmaya açıktır.
Dworkin’in pozisyonuyla ilgili diğer problem, her ne kadar hukukun tanımlanmasında “ilkeler” gibi evrenselleştirilebilirliğe açık görünen bir kategoriye hayatî bir rol tanısa da, onun hukuk anlayışının önemli ölçüde yerelci veya kültüre-özgü olduğu söylenebilir. Çünkü, o sözünü ettiği ilkelerin ilgili toplumun hukukî-tarihsel pratiğinde saklı olduklarını vaz etmektedir. Elbette Dworkin’in teorisi “hukukun genel ilkeler”i gibi bir anlayışı da içermektedir ama onun ilkeleri esas olarak belli bir toplumun moralitesinde temellenmektedirler. Öte yandan, ironik bir şekilde, Dworkin’in anlam verdiği şekliyle “eşit ilgi ve saygı” liberalizminin ne ölçüde Amerika’nın hukuk geleneğini, bu gelenekte “saklı olan” ilkeleri yansıttığı da şüphelidir.