Anlaşılan, önümüzdeki aylarda, genel seçimlerden çok hemen seçim sonrası yapılacağını umduğumuz, istediğimiz yeni anayasayı konuşacağız.
Ancak, muhtemelen, yeni anayasa yapım sürecine ağırlıklı olarak yurttaşlık, laiklik, sivil-asker ilişkileri, resmî ideoloji gibi konular damgalarını vuracaklar.
Buna hiçbir itirazımız yok, olamaz da; zaten, bu konularda radikal dönüşümler sağlanmadıkça aşağıda açıklamaya gayret edeceğim konunun da kalıcı bir biçimde çözümlenmesi olanaksız.
Yurttaşlarımızın önemli bir bölümü bu konuların çağdaş standartlarda çözümlenmesini, AB düzeyine erişmesini istiyor, çok haklılar, hepimiz bu hedefin peşindeyiz ama bu süreçte sorulması gereken önemli iki soru var.
Bu soruların birincisi, bu demokratik hukuk devleti hedeflerinin sadece “kendileri için” hedefler mi olduğu yoksa başka amaçların da bu süreçte otomatik bir biçimde sonuçlanabileceğini düşünüp düşünemeyeceğimiz sorusu.
İkincisi ise bu hedeflerin yine aşağıda belirteceğim konu için yeterli hedefler olup olmadığı.
Bir iktisatçı saplantısı diyebilirsiniz ama bir ülkenin, özellikle kişi başına geliri hâlâ on bin dolar düzeyinde, hatta altında olan her ülkenin temel problemi iktisadi büyüme meselesidir; iktisadi büyümenin her meseleyi kendiliğinden çözdüğü iddiası saçma sapan bir iddiadır, yüksek büyümeye rağmen kimi meseleler, mesela gelir bölüşümü, hukuk devleti problemleri sürebilir ama unutulmaması gereken temel saptama, iktisadi büyümenin bu sorunların çözümü için gerekli koşul olduğu, yeterli koşulların başka şeyler olduğudur.
Türkiye de önümüzdeki senelerde fakirlikle, gelir bölüşümündeki adaletsizliklerle, hukuk devletine erişim problemleriyle mücadele edecek ise, bu mücadelede yüksek iktisadi büyüme gerekli koşuldur, yeterli koşullar ise başka şeyler olabilir.
Türkiye, iki gün önce Sayın Başbakan’ın da belirttiği gibi 2011 sonrası yepyeni bir anayasa yapacak ise, bu anayasanın iktisadi büyümenin önündeki engelleri ne ölçüde bertaraf edebileceği konusunu da tartışmak zorundadır.
Türkiye’de anayasa yapım süreçlerinde söz konusu anayasanın orta ve uzun vadede iktisadi büyümenin yüksekliğine ve bu oranın kalıcılığına ne kadar hizmet edeceği çok önemli meselesi nedense en az tartışılan meseledir.
Oysa anayasalar ve iktisadi büyüme süreçleri arasında kimilerinin düşünebileceğinin çok üzerinde korelasyonlar mevcuttur.
İktisadi büyümenin yüksekliği ve sürdürülebilirliği insanların söz konusu o ekonomide ne kadar yatırım yapmak istediklerinin bir sonucudur; insanlar derken muradım hem yerleşikler hem de yabancılardır.
Yatırımın en basit tarifi ise birilerinin, yerleşikler ya da yabancılar, tasarruflarının önemli bir bölümünü bir ülkede orta ya da uzun vade için bağlamaları anlamınadır; bir kişinin bir iktisadi çevrede tasarrufunu orta ve uzun vade için bağlamasının ön koşulu ise o çevrede mülkiyet haklarının iyi tanımlanmış olması ve adeta mutlak bir güvenceye kavuşturulmuş olmasıdır.
Paranızı, tasarrufunuzu bir iktisadi ortamda yatırdığınız zaman sizin dışınızdan kaynaklardan, nedenlerden o kaynağın buharlaşmayacağına adeta mutlak bir itimadınız olması gerekmektedir.
Dünya ekonomilerine baktığınızda, mülkiyet hakları iyi tanımlanmış ve sistem tarafından adeta mutlak bir güvence altına alındığı ülkelerde orta ve uzun vadede iktisadi büyüme oranları mülkiyet haklarının iyi tanımlanmadığı ve güvence sorunlarının yaşandığı ülkelere oranla çok daha yüksek olduğu görülmektedir.
Son iki asırlık tecrübe mülkiyet haklarının iyi tanımlandığı ve yasal/yargısal güvence altına alındığı İngiltere, ABD gibi ülkelerde ortalama büyüme oranının söz konusu mülkiyet haklarının iyi tanımlanmadığı ve yeterince güvenceye kavuşturulmayan ülkelere oranla çok daha yüksek olabildiğini ortaya koymaktadır; ABD’de kuruluşundan beri mülkiyet hakkı temel bir hak olarak benimsenmiş iken, Avrupa ülkelerinde bu hak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne bile sonradan bir ek protokol ile yerleştirilebilmiş bir haktır ve korunması konusunda hâlâ kıta Avrupa’sı ülkelerde büyük sorunlarla karşılaşılabilmektedir.
Türkiye ise Cumhuriyet döneminde mülkiyet haklarının çok değil adeta hiç ciddiye alınmadığı bir ülke görünümü vermiş bir iktisadi çevre durumundadır; mülkiyet hakları konusu yabancı yatırımcı tarafından ülkemizde ancak 2002 sonrası, daha doğrusu 2005 yılında AB ile müzakere sürecinin başlaması sonrası kımıldamış bir hak olarak telakki edilmiş bulunmaktadır.
Ama, bunun bir sonucu olarak da ülkemize 2006 ve 2007 senelerinde sene başına ortalama yirmi milyar doları aşan doğrudan yabancı yatırım gelmiş, global kriz sonrası ise tekrar sorun yaşanmaya başlanmıştır; oysa, sadece 2007 senesinde ülkemize giren doğrundan yabancı sermaye (21 milyar dolar) yatırımı 1953 (yabancı sermayeyi teşvik kanunu)-2003 arasında yani elli senede gelen doğrudan yabancı sermayeden (18 milyar dolar) daha fazladır ve büyük sıçramanın temel nedeni ülkemizin AB süreciyle ilgili olarak mülkiyet haklarındaki gelişme ya da yabancı yatırımcının bu konudaki pozitif algısı olmuştur.
Oysa Türkiye, yakın geçmişiyle, mülkiyet hakları konusunda çok ama çok kötü sınavlar vermiş bir ülkedir; etnik aidiyet temel alınarak çıkarılan servet vergileri (1942, İnönü-Saraçoğlu), geçmiş senenin kârları üzerine salınan vergiler (1994, Demirel-Çiller), tapu kayıtlarında etnik temelli düzenlemeler, anayasalarda mülkiyet haklarının iyi tanımlanmamış olması, tanımlanma konusunda sözel gelişmeler olsa bile uygulamada büyük sorunların varlığı ülkemizi yakın geçmiş itibarıyla (1940 ve sonrası) mülkiyet hakları noktasında sorunlu olduğu kabul edilen bir ülke konumuna itmiş bulunmaktadır.
Türkiye, kişi başına reel gelir artışı sanıldığının aksine uzun vadede düşük bir ülkedir ve bu durumun temel sorumlusu kanımca mülkiyet haklarının iyi tanımlanmamış olması sorunudur.
Mülkiyet hakları iyi tanımlanmış, bu hakların yeterli güvenceye kavuştuğu, yargının mülkiyet hakları konusunda titiz ve duyarlı olduğu, kurucu ideoloji bahanesiyle yurttaşların mülkiyet haklarının çiğnenmediği bir Türkiye’de büyüme oranları çok daha yüksek olacaktır.
Yüksek büyümenin sürdürülebilir olduğu bir ülkede tüm dengelerin olumlu anlamda değişeceğine kuşku yoktur; önemli olan büyüme sürecinin, tasarruf oranları kadar hukuk devleti standartlarına da bağlı olduğunu unutmayalım, bu basit gerçeği içimize iyi sindirelim.
Zaman-Yorum, 28.10.2010