12 yıllık zorunlu eğitimi 4+4+4 formülü ile kademelendiren ve öğrencilere seçenekler dizgesi sunan eğitim reformu bu hafta siyasetin ağırlıklı gündem maddesini oluşturacak. Reformun kıyamet kopartan ana fikri ise dileyen ailelere çocuklarının din eğitimi alması imkanını sunuyor olması.
Cumhuriyetin din eğitimi konusuna başından beri nasıl yaklaştığını, ideolojik yüklemelerle ortaya nasıl bir “din eğitimi anlayışı” çıkardığını Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ergün Yıldırım ile konuştuk. Doktorasını din eğitimi üzerine yapan sosyologun Türkiye’nin Modernleşmesi ve İslâm, İktidar Mücadelesi ve Din, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi ve Hayali Modernlik dışında da yayınlanmış çok sayıda eseri bulunuyor.
Kuruluşundan bu yana devlet, özelikle Cumhuriyet ideolojisini yerleştirmek bakımından din eğitimi konusuna nasıl yaklaştı?
Osmanlı son yıllarından itibaren Harbiye, Tıbbiye gibi okullar açılınca buralarda Ulum-i Diniye dersleri verilmeye başlandı. Bu okullar bütünüyle pozitif bilim dersleri veriyordu ve dolayısıyla medreselerden farklı, modern kurumlardı. Dönemin yöneticileri, aydınları din eğitimi derslerinin eksikliğini gördüler ve Ulum-i Diniye derslerini koydular. Mesela Ahmet Hamdi Aksekili’nin kitapları ilk din eğitimi kitaplarıdır. Ve Bahriye’de ilk din eğitimi dersleri verenlerden biridir Aksekili. Sonraki dönemlerinde Cumhuriyet ideolojisine uygun olarak Osmanlı’ya ait geleneksel kurumlar, medreseler kaldırılıyor ve seküler temelli okullar kuruluyor ve modern din anlayışına uygun eğitimi ondan sonra hep bunlar veriyor.
“Cumhuriyetin modern din anlayışı” dediğimiz şey tam olarak nedir?
Cumhuriyetin din anlayışı bütünüyle Osmanlı’nın din anlayışını tasfiye etmek üzere kurulu bir anlayış. O nedenle Osmanlıya ait bütün yaklaşımları, pratikleri, sembolleri eleştiriyor ve onları toplumdan uzak tutmak istiyor. O nedenle ulema eleştirisi yapılıyor, klasik medrese eğitiminden çıkmak isteniyor. Bunun yerini yeni, modern dünyayla bütünleşen, milliyetçilik ideolojisini içeren, ulus devlete uygun bir kimlik geliştirmek için yeni bir din anlayışı geliştiriyor.
CUMHURİYET DİNİ ÇOĞULCULUĞU DARALTTI
Bu, dini daraltan bir şey değil mi aynı zamanda?
Din eğitiminin çoğulculuğuna son veriliyor tabi. Geleneksel din anlayışının çoğulculuğundan kasıt medreseler, tekkeler, dergahlar ve o vakte kadar farklı dini eğitim halkaları var. Cumhuriyet döneminin yeni din anlayışının konseptinde bunlara yer verilmiyor ve dolayısıyla din eğitimi bu çoğulcu boyutlarını kaybediyor. “Din sadece mekteplerde öğretilir” önermesi çok önemli bir önermedir. Bu önermeyi ilk olarak Atatürk ifade eder. Ve yeni dönemin din eğitim politikasının ana önermesidir bu ve bütün bir Cumhuriyet Döneminde değişmeyen bir önerme olarak devam eder.
Sonraki dönemlerde devreye giren Kur’an kursu uygulamalarını da kapsıyor mu bu önerme?
Mesela 12 Eylül’den sonra Kenan Evren yaptığı konuşmalarda, Kuran kurslarıyla ilgili özellikle Süleymancıları ve diğer sivil dini eğitimleri kastederek bunları eleştirir ve çocukların din eğitimini devletin okullarında alması gerektiğini söyler. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor; Devlet dini eğitimi tekeline almak istiyor. Tekelci bir din eğitimi var. Dolayısıyla bu sosyolojik manada, sivil din eğitiminin budanması, tahammül gösterilmemesi, geliştirilmesinin önünün alınması manasına geliyor.
DİN EĞİTİMİNDE DEVLET TEKELİ VAR
Peki devlet bütün bu çoğulcu din eğitimini tekeline aldıktan sonra o çoğulculuğun ihtiyacını karşılayacak şekilde çoğulcu bir din eğitimi veriyor mu? Yoksa orada da mı tekelci?
Kesinlikle çoğulcu bir din eğitimi vermiyor. 1928’lerde din dersleri kaldırılıyor ve köy okullarıyla lokal düzeyde dershanelerde bir takım din eğitimi çalışmaları olsa da yaygın değil. Din eğitimi 45’lerden sonra 1949’da İlahiyat fakültelerinde ve İmam Hatiplerde din dersleri adıyla tekrar gündeme geliyor ve çok partili sisteme geçişte okutuluyor. Zaman zaman bunlar seçmeli halde okutuluyor.
Ne zaman mecburi hale geliyor?
12 Eylülden sonra fakat din eğitiminin ana felsefesi değişmiyor. Yani türdeş, çoğulculuğa yer vermeyen bir din eğitimi veriliyor. Sivil, toplumsal özellikler taşımayan ve sadece resmi dünya görüşüyle, resmi ideolojiyle bütünleşen din eğitimi veriliyor. Bunun zorunluluğu veya seçmeliliği çok fark etmiyor o yüzden bence. Bizim görmemiz gereken işin önemli boyutu şu, bugün de böyle devam ediyor: Süleymancılık Cemaati başta olmak üzere sivil toplumsal düzeydeki bazı Kuran Kursları’nın zaman zaman tahakkümlerle, dışlamalarla karşılaşıyor olmaları. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığının Kuran Kursları projesi bütünüyle bunu tasfiye etmeye yönelik olarak geliştirilmiş bir alternatiftir. Bu bir defa, bir toplumun kendi sivil arayışlarıyla kendi özgürlükleriyle, seçenekleriyle din eğitimi konusunda bir şeyler yapma arayışlarını, varlıklarını ciddi anlamda baskılayan bir şey. O nedenle hayatımızı hala Cumhuriyet ideolojisinin o bahsettiğimiz seküler dünya temelli din anlayışına uygun din dersi politikalarıyla sürdürdüğümüzü görmemiz lazım.
HERKESİN İHTİYACI KARŞILANMALI
Çoğulcu din eğitimine geçiş her koşulda şart diyorsunuz sanırım?
Tabi. Bugün Türkiye’nin özgürlüklerini, çok kültürlülüğünü, demokratikleşmeyi konuşuyoruz, etnisite farklarını, Alevileri, gayri Müslimleri… Bunlar önemli gelişmeler ama bu toplumun büyük bir kısmı, diyelim ki yüzde 80’i de Sünni Müslümanlardan oluşturuyor. Ve bu Sünni Müslümanların büyük kısmı da -2006’da TESEV’in yaptığı çalışmada da ortaya çıkmıştı- din eğitimi almak istiyorlar. İnsanlara bu din eğitimini nasıl sağlayabiliriz, bunun cevabını vermek önemli. Diğer yandan ateistler din eğitimi almak istemiyor, gayri Müslimler ve Hıristiyanlar kendi dinleriyle ilgili eğitim almak istiyorlar, Aleviler Alevilik boyutlarını içeren bir din eğitimi almak istiyorlar. Bütün bunları görmemiz fakat büyük kitlenin taleplerini de mas etmememiz gerekiyor.
ALEVİLİK GİBİ KADİRİLİK DE YOK SAYILMIŞ
Bugüne dek olan şuydu: Devlet “Ben her hangi bir dinin eğitimini vermiyorum, genel çerçevede tüm çocuklara din ve ahlak bilgisi öğretiyorum” diyordu. Gelen itirazlar ise o din ve ahlak bilgisinin yine Sünni İslam ağırlıklı olarak verildiği, diğerlerinin dışlandığı yönündeydi…
O itiraz da problemli çünkü bütün din ve ahlak bilgisi derslerinin metinlerini incelediğimizde gördüğümüz şey; Cumhuriyet projesinde mezhepler üstünde bir dil, bir metin geliştirilmiş olduğu. İslam’ın bu çerçevede algılanması istendiği, türdeş bir din anlayışı oturtulmak istendiği içindir ki tasavvuf çizgiler üstü, mezhepler üstü bir format üretilmiş. Dolayısıyla onun içinde Aleviliğin farklılıkları ve özgünlükleri olmadığı gibi Mevleviliğin de farklılıkları ve özgünlükleri de, Kadiriliğin de özgünlükleri ve farklılıkları yok. O nedenle burada bir yanlış algılama var.
YÜZDE 82’NİN İSTEĞİNE KAYITSIZ KALINAMAZ
Devletin bir kamu hizmeti olarak din eğitimi vermesi yönündeki talep de büyük bir talep. Bugünkü yeni çoğulcu toplum yapısında din dersleri nasıl yapılandırılmalı sizce?
Bu önemli bir soru. İnsanların din eğitimi taleplerini iki kategoride tanımlamak mümkün. 1) Toplumun yüzde 82’si mecburi din eğitimini istiyor ve toplumdaki kültürel anlamda dinsel farklılıkları kapsayan ama Sünni çoğunluğa da hitap eden, onların gerçek anlamda dinlerini öğrenmesine yardımcı olan din eğitiminin çocuklarına verilmesini istiyor. 2) Toplumun diğer bir kısmı da İmam Hatipler örneğinde olduğu gibi çocuklarının hem daha yoğun bir din eğitimi almasını hem de modern bir eğitim görmelerini istiyor. Bunlar seçenekler. Talep de toplumda varsa biz bu seçenekleri topluma sunmakla sorumluyuz. Devlet, empoze eden değil toplumsal talebi algılayarak ona göre sistem üreten bir irade olmalıdır. Türkiye’nin de buna alışması gerekiyor.
İMAM HATİPLER BİR İHTİYAÇ
İmam Hatipler varlığını korumalı mı?
İmam Hatiplerle ilgili CHP’nin enteresan korkuları var. Bu, korkular tezinden kurtulmamız gerekiyor. Bir defa şunu görmek gerekiyor, İmam Hatipten çıkan biri olarak söylüyorum, İHL’lerin okul, yurt binalarının çoğu halk tarafından yapılmıştır. Halkın bu tarz dini eğitim konusunda ciddi bir talebi var. İmam Hatipler, devletin bunu tamamlamıştır, milletle devlet arasında, cumhuriyet döneminin uzlaşmasını temsil eden en iyi en faydalı örneklerden birisidir İmam Hatipler. Burada sorunlar çıkıyorsa 28 Şubatta yapıldığı gibi yok etme yerine sorunları çözmek gerekiyor. İmam Hatiplerle ilgili yeni eğitim politikasının önerdiği şeyler doğru şeylerdir. Daha erken yaşlarda din eğitimini alarak diğer konularda da daha iyi yetişme imkanını sağlıyor. O nedenle İmam Hatiplere bakıp da irtica geliyor korkusuyla bunu engellemeye çalışmak büyük bir cehaleti gösteriyor açıkçası.
DEĞER EĞİTİMİNİ ATEİSTLER DE İSTER
Din dersi yerine “değerler eğitimi”nden de bahsediliyor?
Bu kesinlikle doğru değil. Bir defa Türkiye’de Sünni çoğunluk diğer çoğunlukları da ürkütmeden çocuklarına din eğitimini vermek üzere hile-i şer’iye’ye başvuracaksa bu yanlış olur. Şirin gözükmek, hile-i şer’iye’ye başvurmak gibi dönemleri geçtik biz, özgürce hedeflerimizi ortaya koyup beraber mutlu bir toplum kurmak zorundayız. O nedenle ahlak dersi dediğimizde bunun Platon’dan Kant’a, Sokrates’e ve kültürümüzde birikimimizde teorileri olan Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaşi Veli’ye ve bizde de Kınalızade’ye kadar saygınlık, vicdan, yardımseverlik, hayırseverlik gibi normları birleştirerek bir ahlak dersi geliştirilebilir ve bu ahlak dersi herkese verilebilir.
Zorunlu olarak mı verilmeli peki bu ahlak dersi?
Evet, bence böyle bir metin üretildiğinde Türkiye’de ateistler bile kültürel ve sosyolojik olarak onlar da buna saygı duyarlar, Müslüman itikat olarak katılmasalar da. Hiçbir ateist Yunus Emre’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Kant’ın vicdanla, saygınlıkla ile ilgili metinlerinin ortak dünyasında yer almaktan rahatsızlık duymaz. Fakat Türkiye bu konuda çok ikircikli. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarının sadece tecrübeden bahsettiği, dine karşı net ve eşit bir tavır içinde olduğu imgesini yansıtılıyor ama içerik öyle değil. İçerik bütünüyle İslam’ın hatta Sünni İslam’ın akidelerini, temel dünya görüşünü anlatıyor. Dolayısıyla Alevilerin ve diğer kesimlerin bundan rahatsızlık duyması çok doğal… Bu nedenle bunu yeniden gözden geçirmemiz ikircikli davranmadan herkese açıkça değen, herkesin algılayacağı, memnun olacağı bir yapılandırmaya gitmemiz şart diye düşünüyorum.
4+4+4’İN SEÇENEKLER SUNMASI DOĞRU
Malum, Türkiye 4+4+4 yasa teklifiyle eğitimde ciddi bir reform hazırlığında. Bu yeni sistemi nasıl buluyorsunuz, din eğitimi konusunda bu çeşitliliğin, çoğulculuğun sunulduğunu düşünüyor musunuz?
Sayın Bakan’ın konuşmalarını, tartışmalarını başında beri dikkatle izliyorum. Bütün bunlara baktığımda kesintisiz eğitimin kaldırılmasını, insanlara farklı seçenekler, meslek liselerine farklı tercih imkanları sunulmasını doğru buluyorum. Öte yandan anlamakta zorlandığım bazı ifadeler var. Örneğin açık öğretimi tercih edecek kişilerin Bakanlar Kurulu’ndan geçirilerek onaylanması gibi. Burada devletin topluma ayrıntılı biçimde müdahale etmesi imgesi saklı hala ki bu doğru bir şey değil. Devlet denetleme yetkisine sahiptir ama kendi toplumuna farklı eğitim seçeneklerini kullanmaları için de yardımcı olmak zorundadır. Bugün Amerika’da 2000 yılından bu yana ‘home schooling’ler var ve bu okullara sadece California’da yüzde 10’dan fazla insan katılıyor. Biz de eğitim politikasının yeniden yapılandığı bu süreçte resmi ideolojinin, ulus devlet kalıplarından çıkıp nasıl ki Kürtçe eğitim seçeneği sağlıyorsak, din eğitimi konusunda da daha çoğulcu, daha özgürlükçü, Sünnilerin de, Alevilerin de kendilerini görebileceği bir din eğitimi geliştirmemiz gerekiyor. Meslek lisesi, açık öğretim gibi okulların da çoğullaşması, devletin buralarda daha çok önerici ve denetleyici olması, tercihi ailelere öğrencilere bırakması daha demokratik bir tutumdur diye düşünüyorum.
DEVLET SEÇENEK SUNSUN VE DENETLESİN
Devletin din eğitiminden elini eteğini tamamen çekmesi, toplumun kendi kendine örgütlenmesi gerektiğini değil devletin din eğitimini bir kamu hizmeti olarak sunması gerektiğini söylüyorsunuz değil mi?
Evet. Ama denetimin olması gerekiyor elbette. Çünkü o gelenek yıkıldı ve toplum şimdi bunu kendisi yapabilecek, cevabını verebilecek konumda değil. O nedenle devletin bir takım seçenekler sunması, toplumun onlardan birini seçebilme imkanına sahip olması, devletin de denetim rolünü sürdürmesi daha doğru bir tutum olur.
DEVLET DİNİ ALANDAN YAVAŞÇA ÇEKİLMELİ
Çünkü benzer bir tez Diyanet için de var: Laik devlette Diyanet gibi dini belirleyen ve din hizmeti üreten bir devlet kurumunun varlığını en azından ilkesel düzeyde yanlış bulan ve Diyanet’in lağvedilmesini önerenler de var ama bunun karşılığında bu kadar örgütlü bir yapının birden bire geri çekilmesiyle yerini büyük bir kaos alır, deniyor. Almanya’da Müslümanların birbirlerinin camilerine bile gitmediği örneği veriliyor…
Bu tez Türkiye’yi anti demokratik bir şekilde yönetmek isteyenlerin ileri sürdüğü bir tezdir. Biz Kürtlerin kimliğini tanırsak, Alevilerin varlığını tanırsak bölücülük olur, çatışma olur denilerek güvenlikçi politikalarla toplumu dizayn etmek algısıdır bu. Din üzerinde de bu sürdürülüyor ki yanlış. Çünkü zaten Diyanet olduğu ve her şeye karışmak istediği için bu toplum içindeki dinsel topluluklar kendi çabalarıyla var olma, birbirleriyle medeni bir biçimde dayanışma içinde yeni örgütler kurma geleneğini oluşturamadılar şimdiye kadar ve oluşturamıyorlar. Bu korkuyu öne sürerek Diyanet’in varlığını meşrulaştırmaya devam edersek de bu böyle devam eder. O nedenle Diyanet İşleri Başkanlığının hizmetlerinin olabildiğince sınırlandırılması sadece camilerin bakımı ve temizliği ile ilgili bir konuma sahip olması lazım.
Ya imamlar?
Camiler bütün Müslümanların ibadet mekânı, en azından Sünni çoğunluk böyle algılıyor. Ama bizim tarihimizde tekkeler ve dergâhlar da var. Bugün artık bunların adına dergâh, tekke demek gerekmiyor vakıflar da denebilir, zaten vakıflarla idare ediliyorlar. Bunlar da kendi varlıklarını yavaş yavaş genişletme, dini eğitim verme, dinle ilgili hayırseverlik çalışmalarında bulunma konusunda ki birikimlerini medeni bir biçimde, gizli ajandalardan uzak durarak, toplum içinde ortaya koymalı, tecrübe etmeli, ifade etmeli ve geliştirmelidir. Üniversite, araştırma merkezleri, hastaneler açmak Diyanetin işi değildir. Bu toplumun bir hayırseverlik geleneği var, toplum bunu kendisi yapmalı. Bırakıldığında da yapıyor da zaten, insanlar ta dünyanın öbür ucuna gidip kuyular açıyorlar, Kuran kursları kuruyorlar. Bu yeteneği gösteren yapılar bunu neden bu toplum için de yapmasın? Ama devlet elbette bunun denetimini yapar. Kanuna, genel anayasa hükümlerine ters olan durumlarda gerekli önlemleri alır. Ama sopayı gösterip de kötülüğe razı etme tutumu çok yanlış.
SERBEST PİYASA MÜSLÜMANLIĞI EN İYİSİ
Devlet başından itibaren hem din eğitimini tekeline aldı hem de çoğulcu dini anlayışı tek kalıba döktü dedik. Üzerinden yüzyıla yaklaşan bir zaman geçti. Bugün Türkiye sosyolojisi bize ne diyor; devlet bu alanda yapmak istediğini başardı mı?
Kısmi olarak başardı, bir biçimde bugünkü insanların çoğunun kafasında ki Müslümanlık Türkçülükle bütünleşen bir Müslümanlıktır. Bu ülkenin çoğunun kafasında ki Müslümanlık Diyanet’in önerdiği tek tipçi Müslümanlıktır. Bu bir başarıdır ama öte yandan bu toplumda cemaatler, tarikatlar, vakıflar da varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar ve bu da cumhuriyetin başarısızlığını gösteriyor. Dolayısıyla bu iki farklı durum, gruplaşma çatışmayı da belirliyor. Bu gruplaşmalardan çatışmalardan kurtulmamız için devletin bu müdahaleci pozisyonu azaltıp, giderek yok ederek sadece denetleyici pozisyonunu sürdürmesi gerekiyor. O zaman toplumda Müslümanlık, Müslüman toplulukları kutuplaşmadan, çatışmadan beraber yaşama, beraber bilgi üretme, beraber eğitim faaliyetlerinde bulunma alışkanlıklarını kazanırlar, sürdürürler. Dünyada da bu böyledir. Amerika’da yüzlerce dini sivil dinsel topluluklar var, hastaneler, üniversiteler açan, faaliyetlerde bulunan. Çünkü insanlar devlet görevlisi olmadan da dinsel vicdan benimseyip hayırseverlikte bulunma motivasyonunu yükseltirler. O nedenle ‘serbest piyasa Müslümanlığı’ daha doğru bir Müslümanlıktır. Bu bizim geleneğimizle de çok uyuşan bir Müslümanlıktır. Devlet çok yukarıdadır ve insanlarımızın zihninde de sadece imgesel olarak etkilidir; halife ortak iyidir, Hz. Ömer’in adaletidir. Ama modern dönemde devlet bütün bir yaşam alanımıza müdahale edip belirleyici olmak isteyince toplum üretim dinamizmini ortaya koyamıyor.
CUMHURİYET SÜNNİLİĞİ TÜRK İSLAMCIDIR
“Cumhuriyet Sünniliği” dediğiniz kavramsallaştırmada kast ettiğiniz şey devletin biçimlendirdiği, Türkçü ve devletçi İslam mıdır?
Kesinlikle öyle çünkü Osmanlı Sünniliğinde bu yok. Osmanlı Sünni Müslümanları daha geniş düşünürler. Bütün farklı etnik Müslümanları, farklı bölgesel Müslümanlıkları, farklı mezhepsel yorumları kabul ederler. Zaman zaman sürtüşmeler olsa da genel olarak birbirlerini daha kardeş algılayarak, beraber yaşamaya alışan, bunu sürdüren bir yapıdadır Osmanlı Sünniliği. Fakat Cumhuriyet dönemindeki Sünnilik resmi ideolojiyle bütünleşen bir Sünniliktir ve türdeş bir Müslümanlığı öngörür. Türdeş olan Müslümanlık pratiği ve olabildiğince ulusal anlayışla bütünleşen bir Müslümanlık anlayışıdır bu.
ÜMMETTEN KOPAN, BURNU BÜYÜK BİR MÜSLÜMANLIK
Ümmetten kopartan bir Müslümanlık anlayışı mıdır Cumhuriyet Sünnilik anlayışı?
Osmanlı coğrafyasını düşünelim. Bütün bir coğrafya tahayyülünde beraber olmayı, farklılıklara saygılı olmayı düşünen bir Müslümanlıktan çıktık sadece Anadolu sınırları içinde tanımlanan ve üstelik Anadolu sınırları içinde de Türk olarak tanımlanan kişilerle daha çok beraber olmayı vurgulayan bir Sünnilik tecrübesi ortaya çıkardı Cumhuriyet Sünniliği. Evet, doğru bir saptama bu bence.
Ve hatta bir tür hiyerarşi de kuruyor galiba Cumhuriyet Sünniliği. Sünni İslam’ı diğer İslam yorumlarına mezheplerine üstün tutuyor, diğerlerini azımsıyor, aşağılıyor sanki…
Böyle dışlayıcı bir şey de var. Geleneksel dönemde ki Sünnilik gayri Müslimlere Batı diyordu ama Batı dediği için onları dışlamıyorlardı, onların da çanları, kiliseleri, manastırları vardı, bunu kabulleniyordu ve İstanbul’un nüfusunun yüzde 48’i gayri Müslimlerden oluşuyordu. Ama Cumhuriyet dönemindeki Sünniliğin zihnindeki gayri Müslim hep haindir, hep Türkiye’yi, Müslümanları satandır. Öyle bir Sünnilik algılaması var Cumhuriyet döneminde. Bu da bizzat Sünniliğin kendi tarihsel tecrübesinden gelen bir şey değil Cumhuriyet ideolojisinin ürettiği Sünnilikten kaynaklanıyor aslında.
Peki. Diyelim ki devlet bugün bu hatanın farkına vardı ve bu belirleyici alandan çekilmeye çalıştı. Ama on yıllardır böyle belletilmiş, din diye buna iman ettirilmiş bir büyük topluluk var karşısında. Devlet bunu yapsa bile bugünkü toplum bunu benimsemeyebilir yani?
Olabilir tabi ama biraz zamana yaymak biraz da devletin ideolojik aygıtlarının böyle bir Sünnilik üretiminden vazgeçmesi lazım. Devletin dini ideolojik aygıtlarının başında Diyanet geliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı genişleme politikasından ve biz olmazsak sivil toplum içindeki dinsel topluluklar birbirini boğazlar söylemlerinden vazgeçmesi gerekiyor. Bu korku söylemi ile oraya müdahale hakkını meşrulaştırıyor.
ALEVİLİK DE SÜNNİLİK GİBİ TEKİLLEŞTİ
Alevilik Sünnilik ayrışmasına ve Aleviliğin yakın dönem seyrine gelmek istiyorum. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, Cumhuriyetin tek tipçi din politikasında karar kılınmasının ve kendi ideolojisine göre bir tür Sünni İslam’ı üretmesinin, Anadolu İslam’ı denilen Aleviliğin politikleşmesinde, diaspora Alevilerince İslam dışına taşınmasında etkisi ne oldu sizce ya da etkisi oldu mu?
Kesinlikle oldu. Sünnilik nasıl tekil bir Müslümanlık olarak üretiliyorsa, Alevilikte de benzer bir çoğulculuğun yok olması süreci yaşandı. Özellikle Avrupa’da yetişen, Marksizm geleneğiyle tanışan ve Marksizm’in hegomonyasını kaybetmesinin ardından ideolojik boşluk içine düşen Alevi aydınlar bu defa Aleviliği aynı modernist tekil bakış açısıyla üretmeye başladılar. Alevilik çoğulcu bir dünyaya sahipti, içinde Kızılbaşlık var, Rafizilik var, Caferilik var, Bektaşilik var. Bütün bu farklılıkları bir kenara koyup tekil ideoloji üzerine Alevilik diye bir şeyi hem keşfediyor hem yeniden üretiyorlar. Ve bunu üretirken bazıları da Marksizm’den aldığı materyalist anlayışla Aleviliği olabildiğince materyalist bir paradigmayla temellendirmenin çabasına giriyor. Ayrıca tarih içinde Alevilerin Sünnilerle ilişkisini Marksizm’in çatışmacı teorisi üzerinden okuyarak hep Alevilerin Sünnilerle olan çatışmalarını anlatıyorlar.
Halbuki öyle değil midir?
Alevilerle Sünnilerle tarih içinde sadece çatışarak var olmadılar. Aynı zamanda komşu da oldular, aynı tarlada da çalıştılar. Beraber savaştıkları durumlar da oldu ama aynı köyde yan yana da yaşadılar. Benim babamların kuşağı öyleydi. Bizim köyde hala Aleviler ve Sünniler yan yana yaşarlar. Ama bu Alevi entelektüelliği dediğim gibi, Marksizm’in çatışma teorisinden hareketle bütün bir tarihi Alevilerle Sünnilerin çatışma tarihi olarak okuma yanıltısına giriyorlar. Bu gerçekliği mas eden, çarpıtan ideolojik bir şeydir, dolayısıyla çok da hayırlı bir şey değildir. Ama bütün bir Alevi aydınlarını da böyle yorumlamak doğru değil. Hakikaten Aleviliğin reddedilen, üstü örtülen özelliklerini keşfeden, onu öğrenen ve bu çerçevede yeniden barış içinde beraber olmak isteyen kişisel kimlik olarak Alevi olarak yaşamak isteyen insanlar da elbette çoğunlukta var.
TÜRKİYE DİNDARLARI SEKÜLERLEŞTİ
Dünya değerler araştırmasının geçen seneki sonuçlarına göre Türkiye’de kendini dindar olarak tanımlayanların oranı yüzde 81. Türkiye’de yapılan bazı kamuoyu araştırmaları da zaten Türk halkının giderek “dindarlaştığını” bulguluyor. Nasıl yorumluyorsunuz?
Dünya Değerler Araştırmasını Amerikalı bir sosyologun koordinatörlüğünde yapıldı. Türkiye’de de Sabancı Üniversitesi’nde yapılıyor. Dolayısıyla bunlar Batıda ki toplumsal kurgulardan, durumlardan kalkarak bakıyorlar Türkiye’ye ve orayı merkez aldıkları, buraya oradan baktıkları için de Türkiye çok dindar gözüküyor. Ben iki gün önce Kahire’deydim, buraya Kahire’den baktığımda Türkiye çok çok seküler bir ülke gibi geldi bana, nereye gidiyoruz diye sormaya başladım hatta kendime. Dolayısıyla bunlar çok göreceli bakış açıları. Türkiye bence gittikçe hatta dindarlaşmıyor ama dindarların sekülerleşme trendi içinde olduklarını söylemek mümkün.
ÖTE DÜNYAYA DEĞİL BURAYA YATIRIM YAPILIYOR
Türkiye’deki dindarlar nasıl sekülerleşiyorlar?
Dünyayla ilgili çok daha fazla yatırıma yöneliyorlar, geleceklerini düşünüyorlar, çocuk yatırımı, ev yatırımı, arsa yatırımı, kışlık yatırımı vesaire yapıyorlar. Bu, ahiret merkezli bir dünya görüşü değil dolayısıyla bu bir sekülerleşmedir. O araştırmalarda “kendinizi dindar hissediyorsunuz” diye ya da oruç tutuyor musunuz diye sorulunca sonuç böyle çıkıyor. Türkiye toplumunun yüzde 80’i oruç tutar ve kendisinin Müslüman olmadığının söylenmesini sevmez, istemez, dolayısıyla o parametreler tek başına yeterli değil diye düşünüyorum.
Siz hangi parametrelere göre bakıp tanımlıyorsunuz bugünkü toplumu?
Türkiye toplumu kendi varlık dünyasını kurgularken Paris’i New York’u Londra’yı merkeze alarak kurgulamıyor artık. Kendisi artık bir şeyler yapabilir ve yapıyor da. Dolayısıyla gelenekle de dinle de çatışmak gerekmiyor. Sinemaya, konsere de giderim, başım açık da gezerim ama Cumaya da giderim, namazımı da kılarım diyen yeni bir toplumsal dünyamız var artık. Ne tam geleneksel standartlara uyuyor ne de tam Avrupai modernlik standartlarına. Bu Türkiye’ye özgü bir modernlik durumu bence, yeni bir din modernlik ilişkisi bu.
AK PARTİ VE CEMAAT
Kitap çalışmalarınızdan birinin adı AK parti ve Cemaat adını taşıyor. Her ikisi de yeni Türkiye’nin aktörleri. Ve her ikisi aktörü de belirleyen bir dindarlık. Biri bir sivil toplum hareketi, diğeri bir siyasi bir parti. Toplumdaki çoğulcu dindarlığı kapatan kapsayan bir tarafları da olmakla birlikte varlıklarıyla Türkiye’nin bu günkü dindar toplumunu belirleyen tarafları var mıdır?
Muhafazakâr sivil toplumsal alandaki Nakşibendîlik, Nurculuk, Süleymancılık ve bağımsız İslami grupların siyasi alana, bir Türkiye muhayyilesine yöneldiklerinde AK Parti ortaya çıktı bence. Dolayısıyla AK Parti bu muhafazakârlığın toplumsal alandaki arayışlarını siyasi alanda temsil eden bir örgütsel yapıdır. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Milli Talebe Birliği, İlim Yayma Cemiyeti gibi yerlerden geldiklerini görüyoruz. Fethullah Gülen hareketi gibi sivil toplumsal alanda mesela Süleymancılar da çok önemli bir cemaat olarak var. Onların da hem Türkiye’de hem dünyada önemli çalışmaları var. Dolayısıyla bunlar daha çok sivil toplumsal alandaki muhafazakarlığı temsil eden, bu dinamizmi ifade eden yapılar. AK Parti ise bunu politik alanda temsil eden bir örgütsel durum ve liderlik durumunda. Son 10 yılın Türkiye’sini birbirlerini tamamlayarak bunlar belirledi. AK Parti’nin de, bu cemaatlerin de dünyaya açılımına baktığımızda yine birbirini tamamlayan varlıklar olduğunu görüyoruz. Kabul etmek gerekir ki muhafazakarların dışında hiçbir sivil toplum hareketi gidip Somali’de kuyu açmadı. Veya tsunamiye yardım için gidip orada çadır açmadı. Bunlar Türkiye’de ki hayırsever vakıf geleneğinin dinamizmini gösteriyor.
Bu sivil sosyal ve siyasi alanların karmaşasına ilişkin güncel bir tartışma da var, malumunuz.
Burada önemli olan cemaatlerin sivil toplumsal alanda kalarak siyasal bir teşkilata dönüşmemesi önemli. Sivil toplum olarak var olmaları ve topluma faydalı olmaları için siyasal bir partiyle rekabete girerek ona dönüşmemeleri çok önemli ve stratejik bir durum. Kendi varlıklarının devamı için, bu topluma, bu millete, bu bölgeye faydalı olabilmeleri için sivil toplumsal dinamizmleriyle var olmaları gerekir. Siyasal alana girip örgütlenmeye başladıkları zaman siyasal teşkilata dönüşür bambaşka bir şey olurlar ve çatışmalar sorunlar çıkar ortaya.
Star, 26.03.2012
Röportaj: Fadime Özkan