Yeni anayasa ve Kürt sorunu II Kürt sorununda barışçı ve uzlaşmacı çözüm, Türklerin ve Kürtlerin çoğunluğunun bunu mâkul bir çözüm olarak içlerine sindirebilmelerine bağlıdır. Bunun için de, AKP ile BDP’nin işbirliği ve uzlaşma ruhu içinde birlikte çalışmaları şarttır. Bundan önceki yazımda (Yeni Anayasa ve Kürt Sorunu (1), Star Açık Görüş, 19 Haziran 2011) yeni anayasa yapımı sürecinde Kürt sorununun barışçı ve demokratik yoldan çözülebilmesi için üç temel siyasal aktörün (AKP, BDP ve CHP) rolüne işarete etmiş ve bunlardan AKP’nin durumunu incelemiştim. Bu yazımda da aynı değerlendirmeyi BDP bakımından yapmak istiyorum. Seçim sonuçlarını değerlendiren bütün gözlemcilerin ortak kanısı, seçimin galiplerinin AKP ve BDP olduğudur. Gerçekten BDP, seçime bağımsız adaylarla katılmanın bütün güçlük ve dezavantajlarına rağmen, Türkiye genelinde yüzde 6.6 oy ve 35 milletvekilliği kazanarak önemli bir başarı elde etmiştir. Dolayısıyla, Kürt sorununun çözümünde bu partinin meşru ve güçlü bir muhatap olarak kabul edilmesi şarttır. Sorumlu davranma zamanı Ancak bu başarı, önümüzdeki anayasa görüşmelerinde BDP’nin elini güçlendirmiş olmakla birlikte, ona aynı zamanda ağır sorumluluklar da yüklemektedir. Her şeyden önce BDP’nin, Türkiye’deki Kürt seçmenlerin tümünün, hattâ çoğunluğunun siyasal temsilcisi olmadığı açıktır. Kürt siyasal hareketinin sözcüleri, Kürt nüfusun, toplam Türkiye nüfusunun yüzde yirmisi civarında olduğunu iddia etmektedirler. 1965’ten bu yana yapılan nüfus sayımlarında anadile dair soru sorulmadığından bu oranı kesinlikle tespit etmek mümkün olmamakla beraber, yüzde 20 rakamı yaklaşık olarak doğru kabul edildiği takdirde, BDP’nin Türkiye’deki Kürt nüfusun ancak üçte birinin temsilcisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeğin idrak edilmesi, önümüzdeki dönemde BDP’nin daha ılımlı ve uzlaşmacı bir yol izlemesine katkıda bulunabilir. Gerçekten, Kürt milliyetçiliğinin en güçlü olduğu ve BDP’nin seçimlerden birinci parti olarak çıktığı yedi ilin (Batman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Muş, Şırnak ve Van) toplamında aldığı oy oranı yüzde 59, AKP’nin oy oranı ise yüzde 33.5’tir. Bu sonuç, BDP/PKK cephesinin bu çekirdek bölgede AKP’yi marjinalleştirmek ve fiilî bir tek-parti hâkimiyeti yaratmak yolundaki bütün çabalarına rağmen, bunda başarılı olamadığını, AKP’nin bölgede hâlâ önemli bir aktör olma konumunu koruduğunu göstermektedir. Üstelik, kampanya sürecinde AKP örgütünün bölgedeki çalışmalarının, zaman zaman tehdit ve şiddet yöntemlerini de içeren yollarla engellenmeye çalışıldığı, medyada dile getirilmiştir. Meselâ Tarım ve Köy İşleri Bakanı Sayın Mehdi Eker, bunun birçok örneğini saymış ve aldıkları oyların “ateş çukurunun içinden” toplandığını ifade etmiştir (Taraf, 20 Haziran 2011). Yedi ili kapsayan bu çekirdek bölgenin dışında, Kürt nüfusun ya çoğunluk, ya da önemli bir azınlık teşkil ettiği Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamına bakıldığında, tablo çok daha açıktır. Bu bölgeye giren iller, yukarıda değinilen yedi ile ek olarak, Adıyaman, Ağrı, Ardahan, Bingöl, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Iğdır, Kars, Malatya, Siirt, Şanlıurfa ve Tunceli illeridir. Bu toplam 15 ilde AKP’nin oy oranı yüzde 61, BDP destekli bağımsızların oy oranı ancak yüzde 14’tür. Yirmi iki Doğu ve Güneydoğu ilinin toplamında da, AKP’nin oy oranı yüzde 51.5, BDP’ninki yüzde 29.6’dır. Bazı illerde (meselâ Urfa ve Mardin) BDP destekli olmayan bağımsız adayların da bir miktar oy aldıkları düşünülürse, BDP’nin bölgedeki genel oy oranı biraz daha düşmektedir. BDP’nin otoriter tavrı BDP, bu gerçekleri dikkate aldığı ve Kürtlerin tek temsilcisi olma iddiasından vazgeçtiği takdirde, anayasa çalışmalarında olumlu ve yapıcı bir rol oynayabilir. Bunun için ön şart, bu parti mensuplarına son aylarda ârız olan sınırsız AKP husumetinden kendilerini kurtarmaya çalışmalarıdır. Gerçekten AKP, bütün belli başlı partiler arasında Kürt sorununa en çok empati ve anlayışla yaklaşmış ve bu yönde yeterli olmamakla beraber bazı önemli reformları gerçekleştirmiş olan partidir. Buna rağmen son aylarda BDP sözcülerinin, Kürt sorununda tamamen inkârcı ve asimilasyonist bir politika izleyen MHP’den, lider değişikliğine kadar onun karbon kopyası gibi hareket eden CHP’den ve silâhlı mücadelede muhatap oldukları devlet güçlerinden esirgedikleri eleştiri oklarını bütün şiddetiyle AKP’ye yöneltmelerini, CHP ile ise Hakkâri mitinginde görüldüğü gibi bir flört havasına girmelerini anlamak mümkün değildir. Daha doğrusu, bu ancak son derece dar görüşlü ve gerçek-dışı bir siyasal stratejiyle açıklanabilir. O da, AKP’yi bölgede marjinalleştirmek, bölgede tehdit, baskı vb. yollarla otoriter, hattâ totaliter bir fiilî kontrol kurmak, sonra da bu fiilî durumu gene birtakım zorlama yöntemleriyle devlete dayatmaya çalışmak olabilir. Kampanya sürecinde BDP sözcülerinin, özerklik talepleri karşılanmazsa, bunu fiilen yürürlüğe koyacakları yolundaki tehditleri, bu tür bir stratejinin işareti sayılabilir. Son otuz yıllık acı deneyimin BDP yöneticilerine, bunun çıkar bir yol olmadığını, fiilî dayatmalarla bir yere varılamayacağını anlatmış olması gerekirdi. Gene herkesin anlaması gerekir ki, Kürt sorununda barışçı ve uzlaşmacı çözüm, ancak hem Türklerin, hem Kürtlerin çoğunluğunun bunu mâkul ve yaşanabilir bir çözüm olarak içlerine sindirebilmelerine bağlıdır. Bunun için de, AKP ile BDP’nin bir işbirliği ve uzlaşma ruhu içinde birlikte çalışmaları şarttır. Sayın Orhan Miroğlu dostumun ifade ettiği gibi, “AKP’ye nefret, çaresi ve tedavisi olmayan bir illet gibi yaşamaya devam ediyor. Kuşkusuz, BDP ve AK Parti arasında, her iki partinin Kürt toplumunda elde ettikleri konum nedeniyle, her zaman bir siyasi rekabet söz konusu olacaktır. Ama birileri bundan vazife çıkarıp, BDP’yi AK Parti’nin karşısına dikmeye gayret ederlerse, yazık olur”. Miroğlu, BDP’yle işbirliği yapan sol çevreler ve partilerin, “BDP’ye muhatabın AK Parti’dir, sorunu CHP’yle değil, ancak AK Parti’yle çözebilirsin diyebilecekleri bir çizgiye ve anlayışa” gelmelerini temenni etmekte, ancak bunun “çok zor” olduğunu söylemektedir (Orhan Miroğlu, “BDP ve Seçimler”, Taraf, 20 Haziran 2011). Aslında böyle bir işbirliği gerçekleştiği ve CHP de buna destek olduğu, sorunlara “ya hep, ya hiç”, “ya ak, ya kara” mantığıyla bakılmadığı takdirde, bugün uzlaşmaz gibi görünen birçok sorunda, tarafların en azından “yaşanabilir” olarak görebilecekleri ortalama çözümlere varmak mümkündür. Ne var ki, seçimlerin hemen ertesinde ortaya çıkan Hatip Dicle ve KCK davasının tutuklu sanıkları krizi, bu tür makul çözümlerin aranmaya başlanmasını, daha baştan itibaren hemen hemen imkansız kılmıştır. Bu konuda kamuoyunda cereyan eden yoğun tartışmada da, genellikle elmalarla armutlar karıştırılmakta, hukukî olmaktan çok, duygusal ve hamasî retorikler ön plana çıkmaktadır. Her şeyden önce, Sayın Dicle’nin durumu ile tutuklu olup da milletvekili seçilenlerin durumunu açıkça birbirinden ayırmak gerekir. Dicle, seçimden önce kesinleşmiş, milletvekili seçilmeye engel bir suçtan dolayı hüküm giymesiyle, milletvekili seçilme yeterliliğini kaybetmiştir. Bu olayda eleştirilere hedef olan YSK’nın, milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen Anayasa’nın 76’ncı ve Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11’inci maddelerinin açık hükmü karşısında, bundan farklı bir karar vermesi elbette mümkün değildi. Aksini iddia etmek, YSK’yı siyasi değil, hukuki bir karar verdiği için suçlamak olur. Bu kararın aday listelerinin kesinleşmesinden sonra verilmiş olması da, hukuka aykırı değildir. Nitekim Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 130. maddesine göre, “adaylığın kesinleşmesinden sonra, adayın… seçilme yeterliliğini kaybettiren bir mahkumiyeti bulunduğuna ilişkin iddialar dışındaki nedenlerle adaylara itiraz olunamaz.” Demek ki, adaylığın kesinleşmesinden sonra da, böyle bir nedenle itirazda bulunulabilmesi ve YSK’nın adaylığın geçersizliği hakkında karar vermesi mümkündür. Adayların il seçim kurullarından mazbatalarını almaları ile birlikte milletvekili sıfatını kazanacakları, ondan sonra milletvekilliğinin ancak TBMM tarafından düşürülebileceği iddiası da, hukukî temelden yoksundur. Milletvekilliği sıfatı, ancak, YSK’nın TBMM “üyelerinin seçim tutanaklarını kabul etmesi”iyle kazanılır (Anayasa, m. 79). Gene bu maddeye göre, YSK’nın kararları kesindir ve bu kararlar aleyhine başka bir mercie başvurulamaz. Dolayısıyla, TBMM dahil hiçbir merciin bu kararı yok saymasına veya değiştirmesine imkan yoktur. Son olarak, Dicle’nin seçiminin geçersiz sayılması sonucunda, sırada en yüksek oy almış bulunan AKP adayı Oya Eronat’ın milletvekili seçilmiş sayılması da, tamamen hukuka uygun bir işlemdir. YSK kararına göre Dicle, zaten seçilmemiş sayıldığından, onun milletvekilliğinin düşmesi ve dolayısıyla bir sandalyenin boşalmış sayılması, bu olayda mümkün değildir. Bütün bu düşünceler hukuken doğru olmakla birlikte, durumdan BDP’lilerin duyduğu öfke ve tepkiyi anlamak mümkündür. Bunun, siyasal gündemimizin öncelikli meselesi olması gereken yeni anayasa yapımı çalışmalarını daha baştan itibaren çıkmaza sokacağı da açıktır. Çare, siyaset kurumunun devreye girmesi ve başta AKP ve BDP olmak üzere bütün siyasal partilerin işbirliği ile krizden çıkmayı sağlayacak ve zaten böyle bir kriz ortaya çıkmasaydı dahi yapılması gereken Anayasa ve kanun değişikliklerinin süratle gerçekleştirilmesidir. Bunların neler olabileceği konusundaki düşüncelerimi başka bir yazımda ele almayı ümit ediyorum. Star, 04.07.2011