BDP’nin şikayet ettiği ‘entegrasyon ve asimilasyon kanalları’nı tahrip etmenin yolu belli iken; bu kanalları güçlendiren ve her konuda zıt olduklarını iddia ettikleri totaliter-otoriter odaklarla Anayasa referandumu sürecinde ve seçim dönemlerinde zımnî ya da açık ittifaklar yapmaları izaha muhtaçtır.
BDP yöneticilerinin, TBMM’de Anayasa Reformu sürecinde ‘anahtar parti’ olma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘özgürleşme’ sürecine damgasını vurma fırsatını elinin tersiyle iterek çekimserliği tercih etmesini, çözüme katkı sağlamaktan kaçınmasını anlamakta büyük güçlük çektim.
Temsil ettiğini iddia ettiği ‘Kürtler’in yıllardır inkâr edildiği, dışlandığı, ezildiği, katledildiği, sömürüldüğü, asimile edildiği, her konuda kısıtlandığı iddiasındaki bir siyasal partinin, adını aldığı ‘Barış ve Demokrasi’ kavramlarını, yedekte beklettiği ‘Hak ve Özgürlük’ kavramlarını yadsıyarak ‘açılım süreci’ni sabote etmesini ve Anayasa Reformu’na karşı çıkmasını havsalam bir türlü al(a)madı. ‘Alın size barış, alın size demokrasi, alın size hak ve özgürlük diyenlere karşı nereden çıktı bu ‘istemezük’çülük?’ Benzer bir anlama krizini BDP’nin TBMM’ne gelmekten, yemin etmekten ve demokratik süreçlerin bir parçası olmaktan kaçınmasında da yaşadığımı itiraf edeyim. Gerek Anayasa Reformu sürecinde gerekse 12 Haziran seçimleri sonrasında sergilenen tavırları nasıl açıklamak gerekir?
Bu anlaşılması güç tavırların nedeni, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni soyut bir ‘Türk’ kimliğiyle özdeşleştiren ve totalitarizmin ufuklarına yelken açan muadilleri gibi, BDP yönetimi’nin de, soyut bir ‘Kürt’ kimliğine aşırı abanmaktan kaynaklanan bir deformasyonla malûl olması mıdır? Meydanlarda her ne kadar ‘özgürlük’ talebi dillendirilse de, soyut grup kimliğini bireye ve bireyselliğe önceleyen tüm ‘totaliterler’ gibi, ‘sivil özgürlüklerin’ önünü açan her tür hukuksal düzenleme BDP’nin ve arkaplanının varlığı için de bir tehdit olarak mı algılanıyordur?
KİMLİK DEĞİL İNSAN
Etnik kimlik ayrımı gözetmeyen, homojen bir ‘etnik kimlik’ yerine bütün çeşitliliğiyle ‘insan’ temasını yerleştiren, farklı etnik kökenlerden gelen tüm bireylerle birlikte ‘Kürt’ bireyleri de sivil hak ve özgürlüklerle donatacak, baskı ve keyfiyeti azaltacak, herkese fırsat eşitliği sağlayacak, kariyer sürecinde ‘kimlik aidiyeti’ yerine ‘beceri’yi değerli kılacak hukuksal düzenlemelerin Kürtler arasında bireyselleşmeyi teşvik edeceğinden mi korkuluyordur? Bu topraklarda yaşayan tüm etnik grupların mensuplarıyla birlikte Kürtlerin de kendilerini ifade imkânlarının gelişmesinin, zenginleşmesinin, saygınlaşmasının, daha ileri eğitim ve sağlık imkânlarından yararlanmasının, ‘inkâr ve baskı’ politikasının sona ermesinin bireylerdeki ezilmişlik duygusunu hafifleteceği, ‘ezilmişlik ve mağduriyet’ odaklı dava (!) bilincini, kurtuluş ideolojisini, kurtarıcı gereksinimini, ‘mutlak lider’ ihtiyacını ve sultasını zayıflatacağı mı öngörülüyordur?
Bu soruların cevabı ‘evet’ ise, BDP yöneticilerinin, ‘inkâr-baskı-asimilasyon’ üçlüsü arasında ‘asimilasyon rizikosu’na odaklanarak, ‘inkâr ve baskı’nın kalkmasının Kürtleri ‘entegrasyona ve asimilasyon’a zorlamak anlamına geldiği sonucunu çıkarsamalarına yol açan bir ‘mantık hatası’ ile malûl olduğu sonucu çıkarsanabilir. BDP yöneticileri, bu mantık hatasına dayanarak, ‘sivil hak ve özgürlüklerin’ Kürt Sorunu’nu çözemeyeceği, dolayısıyla, ‘asimilasyon’un önlenebilmesi için Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘inkâr ve baskı’ politikasını sürdürmesi gerektiğini öngörüyor olabilir. Bir diğer ifade ile sivil hak ve özgürlüklerin gelişmesi sonucunda ‘inkâr ve baskı’ politikasından beslenen ezilmişlik duygusunun, ‘dava bilinci’ni ve ‘mutlak lider’ ihtiyacını zayıflatacağı düşünülebilir. Kürt kökenli bireylerin etnik kimliklerinden çok becerilerine göre sosyal ve ekonomik konum edinmeye başlamalarıyla, gençlerin dağa çıkmak yerine eğitime yöneleceği, girişimci olmaya başlayacağı, kariyer ve zenginleşme peşinde koşacağı öngörülebilir. Bütün bunlar da ‘entegrasyon ve asimilasyon vasıtaları’ olarak algılanabilir.
BDP NEREDE YANILIYOR
Eğer böyleyse, BDP yöneticilerinin, Kürt Sorunu’nu çözmek yerine çözümsüzlüğe itecek söylemler geliştirmesine ve politikalar belirlemesine, kanaatimce büyük ölçüde bu ‘mantık hatası’ndan kaynaklanıyor olabilir. Zira bu hatalı mantığa göre, söz konusu ‘entegrasyon ve asimilasyon kanalları’nı tahrip etmenin yolu bellidir: BDP’lilerin her konuda zıt olduklarını iddia ettikleri totaliter-otoriter odaklarla Anayasa Reformu ya da seçim dönemlerinde zımnî ya da açık ittifaklar yaparak, bireyselleşmeyi teşvik edecek her tür açılımı, her tür açılımın dayanağı olan sivil hak ve özgürlüklerin gelişmesini bloke etmek. Mensubu oldukları siyasal partinin kapatılmasından değil, kapatılmamasından, Kürtlerin ezilmesinden değil, ezilmemesinden; kanın akmasından değil, akmamasından; baskı ve zulümden değil, hak ve özgürlüklerden rahatsız olmak.
Küreselleşen dünyada kimlik odaklı totaliter doktrinlerin hızla geçersizleşmesine paralel olarak soyut bir Türk, Fransız, Alman ya da Kürt kimliğini ayakta tutabilecek doktriner temellerin de zayıflamasından dolayı, kendi yalıtılmış kimliğini sürdürebilmek için karşıt bir ‘kimlik’e dayanan siyasal partilerle adeta simbiyotik bir ilişkiye girerek bilinçli bir şekilde ‘özgürlükten kaçmak’.
ÖZGÜRLÜKTEN KAÇIŞ SENDROMU
Belki biraz naif kaçacak, ancak, yukarıdaki açıklamalarda haklılık payı var ise, ‘Türkiye topraklarında yaşayan tüm etnik gruplarla birlikte Kürtler’in temel problemleri, sivil hak ve özgürlüklere dayalı bir Anayasa Reformu’nun gerçekleştirilmesini ve demokratik süreçlerin işlemesini sınırlandıran bu mantık hatasından kurtulmakla çözülebilecektir’ önermesinde bulunmak anlamsız mı olacaktır?
Bu önerme anlamlı ise, TBMM faaliyetlerine katılmaktan kaçınan BDP’lilere de şu sorular yöneltilebilecektir: ‘Sivil hak ve özgürlüklerin asimilasyonu hızlandıracağını’ öngörerek ‘inkâr ve baskı’ politikalarını destekleyen ve açılım sürecinin işlemesini bloke eden bu mantık hatasının, düşünsel temelleri çürümüş olan Jakoben tandanslı totaliteryen-otoriteryen ‘özgürlükten kaçış ittifakı’nın, ‘totaliter odaklar’ arasındaki meş’um ‘simbiyotik ilişki’nin, etnik kökeni ne olursa olsun bu toprakların ‘sıradan insanları’na sefalet, kan ve gözyaşı dışında verebileceği hiçbir şey olmadığı açık değil midir? Gerçekleşecek bir Anayasa Reformu ile sivil hak ve özgürlükler güvence altına alındıkça, Kürt kimliğinin gerçek dayanağı olan dil ve kültürün gelişme potansiyelinin de artacağının, dolayısıyla asimilasyon rizikosunun azalacağının artık BDP yöneticileri ve seçmenleri tarafından da takdir edilmesi zamanı gelmemiş midir?
SIRADAN KÜRTLERİN SORUMLULUĞU
Bu sorunun cevabını vermesi gereken asıl kitlenin siyasal eğilimi ve etnik kökeni ne olursa olsun, etnik kimlik saplantısına takılıp kalmamış ‘sıradan insanlar’ ile hak ve özgürlüklerinin safında yer alan sivil siyasal oluşumlar olacağı açıktır. Esnafıyla, tüccarıyla, sanayicisiyle ilh. ‘sıradan insanlar’ın, bir diğer ifade ile ‘sivil toplum’un kendi varoluşuna ve refahına kasteden ‘hak ve özgürlük düşmanlığına’ prim vermemesi, önümüzdeki dönemde kendine sunulan barış ve işbirliği fırsatlarını en iyi şekilde değerlendirmesi, tercihini ‘sivil hak ve özgürlükler’in gelişiminden ve açılım sürecinin devamından yana kullanması, hangi etnik kökenden gelirse gelsin tüm bireylerin, özellikle de gelecek nesillerin refahı ve huzuru açısından büyük değer taşımaktadır.
CHP’nin de yemin etmesiyle tek başına kalan BDP’lilerin de bir an önce yemin ederek temsil ettikleri seçmenlerin iradesini TBMM’ne taşımaları, hukuken mümkün görünmeyen bir talep uğruna kendilerini de başkalarını da feda etme saplantısından vazgeçmeleri, demokratik süreçlerin geliştirilmesi ve Anayasa Reformu yönünde irade beyan etmeleri, asıl öznesi sivil toplum olan bu işbirliği, refah ve barış sürecine anlamlı bir katkı sağlayacaktır. Aksi bir tutum ise, süreç içinde, CHP gibi BDP’nin de saygın ve etkin bir aktör olma potansiyelini geri çevrilemeyecek şekilde kaybetmesine yol açacaktır.
Yenişafak, 13.07.2011