“Hüseyin Aygün halkımızdan gelen yoğun şikayetler göz önünde bulundurularak; sömürgeci Türk devletinin Dersim’e ve Dersim halkımıza yönelik yürüttüğü özel savaşa, asimilasyoncu ve parçalayıcı politikalara, geliştirilmek istenen barajlara dikkat çekmek ve Aygün’ün bu kirli politikaların hizmetine girmemesi gerektiğini hatırlatmak amacıyla gözaltına alınmıştır. Gerekli idari ve hukuki işlemlerin tamamlanmasının ardından kısa bir süre içerisinde bırakılacaktır.”
PKK’nın Hüseyin Aygün’ü kaçırdıktan sonra yaptığı bu açıklamayı okuyup da, bu örgütün beyninin ne kadar hasarlı olduğunu; ağır bir şizofreninin pençesinde kıvrandığını görmemek nasıl mümkün olabiliyor, anlamıyorum.
Adi bir eşkıya gibi kaçırdığı adam için “gözaltına aldık” ifadesini kullanan, “gerekli idari ve hukuki işlemler yapıldıktan sonra serbest bırakılacağını” söyleyen bu hasta zihin, gerçeklikten o kadar kopmuş, hayalle gerçeği birbirine o kadar karıştırmış ki, sadece bizlere karşı sanki bir idari yapısı ya da hukuku varmış gibi davranmıyor; kendisi de öyle olduğuna inanıyor.
Ben bunu anlıyorum. 30 sene silahtan başka bir şeye dokunmayan; ölmek ve öldürmekten başka bir şey yapmayan insanlar elbette hastalanırlar. Şemdinli’de bir devlet kurduklarını; orayı kendilerinin yönettiklerini sanabilirler.
Peki ya, akıllı olduğunu zanneden nice “aydın”ın da buna inanmasına; onların da orada bir iç savaş çıktığını ve PKK’nın bölgeye hakim olduğunu sanmalarına ne demeli?
Türkiye sadece eli silahlı bir terör örgütüyle mücadele etmiyor, aynı zamanda hasta bir zihinle cebelleşiyor. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, elindeki bıçağı en yakını olan bir insanın da boynuna dayayabilecek ya da her an kendini öldürebilecek bir şizofreni hastasıyla baş etmeye çalışıyor. O kadar hasta ki, Hüseyin Aygün gibi birini kaçırarak zaten gittikçe zayıflayan kitle desteğini radikal bir biçimde düşürecek eylemlere “imza” atabiliyor.
Devletin baş görevi güvenliktir
İşin en akıl almaz tarafı, ülkeyi yönetenler eline silah geçirmiş bir ağır hastayı kontrol etmeye; onu mümkün olan en az zararla enterne etmeye çalışırken, aklı başında görünen birçok insanın hâlâ “devletin geleneksel güvenlikçi yaklaşımlarından vazgeçmesi gerektiğini” tekrarlayıp durması…
“Güvenlikçi yaklaşım” dedikleri şey, ülke halkının bir kısmını rehin almaya çalışan silahlı ve tehlikeli bir grubu yok etmeye çalışmak… Peki ne yapacaktı yok etmeye çalışmayacaktı da? Kendini devlet kurdum zanneden hastalarla “müzakere” mi yapacaktı?
Bir devletin halkının güvenliğini sağlamaktan daha önemli bir işi olamaz. Devlet öncelikle güvenlikçi yaklaşımla hareket edecek. Halkına yönelik bütün tehditleri bertaraf etmeye çalışacak. Elbette ki bir yandan sorunun köküne inmeye, reformlarla o kökü kurutmaya çalışacak ama bunu yaparken güvenlikçi yaklaşımı hiçbir zaman elden bırakmayacak. Güvenlik faktörü her zaman gündemin birinci maddesi olacak.
“Güvenlikçi yaklaşım” diye vızırdanıp duranlar acaba şu anda Güneydoğu’da, devletin “güvenlikçi yaklaşımla” kendilerini PKK denen bu beladan kurtarmasını bekleyen, bunun için dua eden kaç milyon insan olduğunun farkındalar mı?
Bakın, şu anda PKK’nın elinde rehin olan Hüseyin Aygün, PKK’nın bölge halkının güvenlik ve özgürlüklerini yok edişini nasıl anlatıyordu: “Biz Dersim’de resmen, PKK terörü altında bir seçim kampanyası yürüttük. PKK’lılar, köylere indi, halkı tehdit ettiler, bu sandıklardan BDP’nin bağımsız adayına oy çıkacak diye. Diyarbakır’da da AKP’lileri tehdit ettiler. Ama aydınlar hiç bunları gündemine almıyor.”
Ve yine Aygün, “güvenlikçi yaklaşım” diye karşı çıkılan mücadelenin gerekliliğinin de farkındaydı: “Hiçbir devlet, kan dökülen, her gün insanların öldüğü bir ortamda, barış masasına oturmaz. (…) Sol bir hükümet bile olsa, dağlardaki silahlı örgüt mensupları eylem yapmaya devam ederken barış isteğini kararlı bir şeklide sürdürmez.”
Dillere pelesenk edilen şu “güvenlikçi yaklaşım” klişesinin artık gerçekten kabak tadı verdiğini görmeleri için acaba daha neler yaşanması gerekecek?
Bugün, 16.08.2012