“Düşman sahibi olmak sadece kimliğimizi tanımlama açısından değil, aynı zamanda kendi değer sistemimizi ölçebilmek için bir engel edinmek ve o engelle yüzleşirken kendi değerimizi sergilemek açısından da önemlidir. Dolayısıyla düşman yoksa onu inşa etmek gerekir.”
Umberto Eco’nun Düşman Yaratmak adlı eserinde geçen bu tespiti okuduğumda, ülkemizde belki de iliklerimize kadar yaşadığımız bir gerçeğin kâğıda aktarıldığı hissine kapıldım. Kendimi bildim bileli irili ufaklı pek çok düşmanın varlığı ile mücadele halinde olduğumuzu anımsadım. Aslında bu durumun bize özgü bir durum olmadığının farkındayım ancak sanki bizler bu duruma biraz daha yatkınız hissine kapılmaktan da kendimi alamıyorum; niyeyse her zaman bir düşman arayışı içerisindeyiz ve konumumuzu buna göre belirlemek zorunda hissediyoruz. Bu durumun en bariz yaşandığı yer ise hiç şüphesiz ki siyasi arenamız. Toplum olarak siyasetten uzak kalma lüksümüzün olmadığını da kabul edersek bu durumun yorgunluğumuzun temel sebeplerinden birisi olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Demek istediğim şeyi biraz daha somutlaştırabilmek için bugünün siyasetine bakmak dahi yeterlidir diye düşünüyorum: Temel olarak siyasetimiz iki kutup üzerinde konumlanmış durumda ve bir kutup Erdoğan liderliğini arzuluyorken diğer kutup Erdoğan’ın gitmesini istiyor. Erdoğan ve taraftarları için karşı cenah düşman; muhalefet içinse Erdoğan ve taraftarları. Ülkenin siyasi gündemi bir noktada sıkışmış durumda ve bu sıkışıklık (haklı ya da haksız olmasından bağımsız) bir kişi üzerinde toplanıyor. Tartışacak, konuşacak pek çok mesele varken ve bizler sorunlarımızın nasıl çözüleceğini bilmek istiyorken muhalefet “Erdoğan giderse sorunlar çözülür” şeklinde kampanya yürütüyor. Erdoğan ise çok daha sert bir tutumla ama aynı minvalde bir kampanya yürütüyor. Bunun bizlere yansıması ise koca bir hayal kırıklığı ve yorgunluktan başka bir şey olmuyor ne yazık ki…
Diğer yandan bütün bir muhalafetin birleşerek ülkeyi kim yönetecek sorusuna cevap araması ve bu soru üzerine uzlaşmış olması beni şaşırtıyor. Muhalafetin bu soruya cevabı ise daha da şaşırtıcı. Muhalefet bu soruya adeta “Erdoğan dışındaki herhangi birisi” şeklinde cevap veriyor.
Bu durum başkanlık sistemi dolayısıyla bir ittifak şeklinde seçime girme stratejisinin bir sonucu olsa da berbat bir şekilde yönetiliyor. Bana göre muhalefetin öne çıkarması gereken soru (ve aslında herkesin sorması gereken soru) “kim yönetecek” sorusu değil “nasıl bir yönetim” sorusu olmalıyken; ya bu sorunun cevabında uzlaşamamaktan korktukları için kendilerine soramıyorlar ya da bunu düşünemiyorlar. Muhalefet Karl R. Popper’ın ifade ettiği yüz yıllardır hatalarımızdan birisi olan “nasıl bir yönetim” sorusu yerine “kim yönetecek” diye sormayı bugün ülkemizde de sürdürüyor. Dolayısıyla da tartışılması gereken asıl konular hep arka planda kalıyor.
Yapılan anketleri takip ettiğimde ülkenin yönetimini belirleyecek ciddi bir “kararsız” kitle olduğunu görüyorum. Bu kararsız kitle üzerine daha detaylı istatistiksel çalışmalar yapılıyor mu bilmiyorum ama bu kitle “3. bir yol” umudu/beklentisi taşıyan bir kitle olabilir. Ve bana göre sadece “hukukun üstünlüğü” “şeffaf yönetim anlayışı” “tasarruf” vurguları ile “kendisini bir düşman ile konumlandırmak yerine asıl meselelerimize odaklanabilmiş” “genç ve dinamik” herhangi bir ekip için bile ülkemizde ciddi bir oy potansiyeli mevcut. Böyle bir ekip ise -benim gözlemlediğim kadarıyla- henüz mevcut değil. Ayrıca iktidar veya muhalafetin kararsız kitleyi yanlarına çekmek için benimsemesi gereken vurguların da bu vurgular olduğunu düşünüyorum.
Yazılarıma denk gelip okuyanlar bilir ki ülkemizin günlük siyaseti üzerine yazmayı ve konuşmayı pek sevmiyorum. Ancak bu ülkenin genç bir ferdi olarak benim ve yaşıtlarımın pek çoğunun ciddi bir yorgunluk içerisinde olduğu şu günlerde, bu konular üzerine konuşmamayı da doğru bulmadım. Ve belirtmeliyim ki, yorgunluğumuz sadece sürekli “düşmanlık” üzerine kurulu siyasetten de kaynaklanmıyor. Torpil, adam kayırma, rüşvet maalesef ülkemizde yaygınlaşmış durumda. İnsanlar birbirlerine karşı tahammülsüzleşmiş, nezaketsizleşmiş. Herkes kendi mahallesinde aynı şeyleri bağırarak, daha yüksek sesle bağırarak tekrarlıyor. Şiddete eğilim inanılmaz şekilde artmış. Pek çoğumuz yurtdışına gidebilmek için çabalıyoruz. Geleceğimize dair ciddi endişeler taşıyoruz ve yoruluyoruz.
Bir yandan da her geçen gün Anadolu’nun farklı köşesinden mide bulandıran bir haberle yoruluyoruz. “Anadolu irfanı” diye bize öğretilen güzelliklerin nerede saklandığını düşünüyoruz ve bir kez daha yoruluyoruz.
Yoruluyoruz, ancak biz gençler, ne ümitsiziz ne de umutsuz. Yarınların ne getireceğini bilemesek de bugün ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Kendimizden, yaptıklarımızdan, kendi çevremizden sorumlu olduğumuzun farkındayız. Yaşayacak olanın iyilik olduğunu, insanlığa emredilenin iyiliğin yanında durmak, kötülükten nefret etmek ve adaletli olmak olduğunu biliyoruz. İnsanların bizden “emin” olması gerektiğini; insanların kanlarının, mallarının, namuslarının, şeref ve haysiyetlerinin, hürriyetlerinin kutsal olduğunu biliyoruz. İyiliğin ve iyinin renginin, dilinin, dininin, ırkının, mahallesinin olmadığının farkındayız. Ve bizler, bu toprakların dertlerinin ancak ortak bir çaba ve işbirliği ile çözülebileceğini biliyoruz. Farklıklarımıza rağmen, ekmek için işbirliği yapıp ortak çaba göstermemiz gerektiğinin farkındayız; hürriyetimiz için işbirliği yapıp ortak çaba göstermemiz gerektiğinin farkındayız; yeni, sivil, özgürlükçü, kapsayıcı, çoğulcu bir anayasa için işbirliği yapıp ortak çaba göstermemiz gerektiğinin farkındayız…