Siyasal rejimler çeşitli ölçütlerle değerlendirilebilir. Benim için en önemli ölçüt insanların hayat hakkına saygıdır. Zira insan hayatı kutsaldır. Bir insanın hayatı bir başkası tarafından hiçbir amaç ve değer uğruna elinden alınamaz. Hiçbir ideoloji, tasavvur, din, siyasal proje veya toplumsal ütopya, insanları öldürmeyi meşrulaştıramaz.
Ne insanlar birer melek, ne de insanlık tarihi meleklerin tarihi. Tarih boyunca insanlar birbirlerinin hayat hakkına haksız ve gereksiz yere zarar verdi. Kötü insanlar hemcinslerine birçok kötülük yaptı. İnsanların uğradığı en büyük kötülükler, organize gruplardan kaynaklandı.
Siyasal yönetimlerin sicili bu bakımdan çok kabarık. Bugün devlet adını verdiğimiz siyasal yapılar, geçmişte insanları kitleler halinde yok etti. Bu bakımdan rekor hangi çağa ve kime ait? Bu soruya birçok insan “20. yüzyıla” ve “faşist rejimlere” diye cevap verecektir. 20. yüzyıl doğru ama rekorun faşistlere ait olduğu yanlış. Rekortmen, sosyalist rejimler. İstisnasız her sosyalist rejim bir insan mezbahası gibi çalıştı. Sayılamayacak kadar çok insanı alçakça yollar ve usullerle katletti. Nüfusbilimci Rudolph Rummel sosyalist rejimlerdeki toplam siyasî cinayet sayısının 200 milyon civarında olduğunu tahmin ediyor. Bu rakamdan Sovyetler Birliği’nin payına düşen 61 milyon civarında. Çin 80 milyonla başı çekiyor. Diğer sosyalist ülkeler de çaplarına göre katliam pastasından pay almaktan geri durmadı.
Sosyalist ülkelerdeki bu akıl almaz insan kıyımı, sosyalizmden bir sapma mıydı? Başka bir deyişle, Marx’ın ve Engels’in çizgisi siyasî amaçlı kitle cinayetlerine onay vermez miydi? Ne yazık ki bu suale “evet” cevabı vermek imkânsız. Öyle olsaydı, 20. yüzyılda kurulan kırk kadar sosyalist ülkenin biri olsun bu canilik ve cellatlık uygulamasının dışına düşerdi. Böyle bir sosyalist ülke hiç olmadı. Çünkü Marx ve Engels’in açtığı yoldan başka bir istikamete gidilemezdi. Yuri Maltsev’in dediği gibi, “Yirminci Yüzyıl sosyalizminin dehşetengiz karakterlerinden Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunun beklenen sonucuydu.” Komünist Manifesto’da öngörülen sistem, onun inşasına direnecek insanları sinek gibi ezecek güce sahip bir merkezî otoriteyi öngörmekteydi. Bu otorite yaratıldı ve insanların hayatları bozuk para gibi fütursuzca harcandı.
Rus sosyalistleri şiddeti (terörü) hem Çarlık rejimini yıkmada, hem ülke içi egemenlik mücadelesinde rakiplerini tasfiye etmede, hem de sosyalist rejimin inşasına kendi hak ve özgürlükleri için direnen işçi, köylü, şehirli, asker ve aydın tabakalarını yok etmede acımasızca kullandı. Vahşeti meşrulaştıracak ideolojik gerekçeler üretildi. “Sınıf düşmanı” ve “halk düşmanı” gibi terimler — Fransız Devrimi’nden de ilham alarak — yaratılıp kullanıldı.
Sovyet sosyalistlerinin hem Rus halkına, hem işgal ettikleri yerlerin halklarına verdikleri zararla ilgili genel çalışmalar var. Ancak belirli kesimlere yönelik terörle ilgili araştırmalar daha az. Bu meyanda çocukların başına gelenler bazen teferruat gibi görülüp ihmal ediliyor. Oysa çocuklara yapılan zulüm belki en korkuncu. Çünkü çocuklar her halükârda masum ve savunma imkânından tamamen yoksun.
Sovyetler Birliği “yeni bir insan” ve “yeni bir toplum” yaratma yolunda “eski düzene ait” gördüğü her toplumsal kuruma müdahale etti. Bu kurumlar arasında en başta aile ve din yer almaktaydı. Önde gelen komünistlerden Madam Smidovich “aileyi yılların birikmiş tozundan arındırmak için sarsmalıydık ve öyle de yaptık” dedi. Sivil toplumun en önemli unsuru olan aile etkisizleştirilmeden, bireyi atomize eden ve tüm ara kurumları ortadan kaldırarak onu devleşmiş bir devletle karşı karşıya bırakan bir sistem yaratılamazdı.
Çocuklar topluma müdahalelerden ve aileye yönelik saldırılardan en çok etkilenenlerdi. Ayrıca “toplumsal temizlik” çocuklara doğru uzatıldı. Eski bir Sovyet vatandaşı olan, sosyalist rejimin özelliklerini yaşayarak öğrenen iktisat profesörü Yuri Maltsev’in anlatımıyla, Çar II. Nicholas ve eşi Alexandra ile beş çocuklarının Lenin’in emriyle infaz edilmesinden sonra çocuk cinayetleri kural halini aldı. Katliamlar anasız ve/ya babasız kalan milyonlarca çocuğun bu sefer devlet tarafından başka türlü bir baskı altına alınmasına yol açtı. Milyonlarca aile yerinden yurdundan sökülüp Sibirya’nın soğuk, yaşamaya elverişsiz topraklarına sürüldü. Çok sayıda çocuk korkunç şartlar altında yapılan sürgün yolculuklarında öldü. Menzile ulaşanlar da ağır yaşama şartları altında hayatını kaybetti. Ölen çocukların cesetleri ya toplu mezarlara gömüldü, ya da yol kenarları ve kamp kıyılarındaki çukurlara atıldı.
Çocuklara yönelik zulüm yasal bir form da aldı. Stalin 1935’te Sovyet Ceza Kanunu’nun çocukların on iki yaşından sonra öldürülmesine izin veren 12. maddesini yürürlüğe soktu. “Armut dibine düşer” mntığının ürünü olan bu madde, annesi-babası “halk düşmanı” ilân edilip hapse atılmış veya infaz edilmiş ailelerin çocuklarının devlet tarafından toplanması ve (kendilerini işkence, kötü muamele, açlık, tecavüz gibi kötülüklerin beklediği) kamplara gönderilmesi için kullanıldı.
Milyonlarca insanı bir ütopya uğruna acımasızca öldüren, özellikle de masum çocuklara akla hayale gelebilecek en büyük kötülükleri yapan rejimler, ideolojik renkleri ne olursa olsun, birer vahşet rejimi olmaktan başka ne olabilir? Aynı veya benzer şeyleri faşistler tarafından yapılınca kınayan, failleri lânetleyen birçok kişi, iş sosyalist cinayet ve katliamlara gelince neden susuyor? Bu tavır insanlıkla, ahlâkla, adaletle nasıl bağdaştırılabilir?
Görmezden gelmek, üstünü kapatmak, susmak hakikati değiştirmiyor. 20. yüzyılda hayat bulan bütün sosyalist rejimler, masum insanları hapishanelere tıkmayı, sürgüne göndermeyi, uydurma suçlarla tek tek veya topluca katletmeyi meşru, mübah ve hattâ gerekli gören, insana hiç saygı duymayan, bu bakımdan sicilleri faşist rejimlerinkinden çok daha kötü olan vahşet rejimleriydi