Vatandaşlarına eşit hizmet etme yükümlülüğü altında bulunan devletler de, bu hakkı tanımak ve hakkın kullanılması için gerekli önlemleri almakla sorumlu tutulur. Ancak Türkiye’de, eğitimde anadilinin kullanılmasını engelleyen anayasal bir hüküm bulunur. Genel eğitim hakkını düzenleyen Anayasa’nın 42. maddesi, 1924 ve 1961 anayasalarından farklı olarak, eğitim dili konusunda bir yasak getirir. Buna göre, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Bu yasaklayıcı hükmün, azınlıklara ilişkin bir istisnası vardır. Zira aynı fıkranın devamında yer alan, “eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dilde eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” hükmüne göre, uluslararası antlaşmalarla yükümlülük altına girilen durumlarda, Türkçe haricindeki bir dille eğitim ve öğretim yapabilmek mümkündür. Eğitim dili konusunda Türkiye’yi yükümlülük altına sokan iki antlaşma vardır: Bunlar, azınlık mensuplarının anadillerinde eğitim haklarını düzenleyen Lozan Barış Antlaşması ve Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı arasındaki Dostluk Antlaşması’dır.
Lozan Antlaşması’nda belirtilmemesine rağmen Türkiye sadece, Rumları, Ermenileri ve Musevileri bu anlaşmanın kapsamına giren azınlıklar olarak kabul eder. Bu nedenle devlete göre Türkiye’deki azınlıklar Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar kökenli gayrimüslim Türk vatandaşlarıyla sınırlıdır. Dolayısıyla sadece bu azınlık grupları anadilinde eğitim hakkına sahiptirler.
Bu grupların dışında kalanlar, anadillerini eğitimde kullanamazlar. Bu, hem insan hakkının ihlali anlamına gelir hem de toplumsal gerilimlere çanak tutar. Özellikle Kürtlerin, dillerini bir eğitim dili haline getirme isteklerine kategorik olarak karşı durulması, Kürt meselesini ağırlaştırır ve sosyal barışı tahrip eder. Dolayısıyla yapılması gereken bellidir: İvedilikle Anayasa’nın 42. maddesi değiştirilmeli ve eğitimde anadilin kullanılması anayasal teminat altına alınmalıdır.
Ancak sorun salt yasalarla sınırlı değildir; en az bunun kadar mühim olan bir zihniyet sorunu da vardır. Bürokrasi, genel olarak anadilinin eğitimde ve kamusal hayatta kullanılmasına soğuk bakar. Ama bilhassa Kürtçe söz konusu olduğunda bu soğukluk artış gösterir ve bu yöndeki talebin karşılanmaması için bin dereden su getirilir.
Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) adına, Nesrin Uçarlar ve Şerif Derince ile birlikte, Türkiye’de eğitimde anadilinin kullanılmasının yarattığı problemleri ve Kürt öğrencilerinin deneyimlerini konu edinen bir çalışma yürüttük. (“Dil Yarası” başlıklı bu çalışma www.disa.org.tr adresinden temin edilebilir.) Gerek bu çalışma kapsamında, gerek diğer akademik toplantılarda, eğitimde anadili mevzuunu birçok bürokrat ile konuşma imkânı buldum. Konu Kürtçeye ve Kürtçenin eğitimde kullanılmasına gelince bürokratların büyük kısmının bazı önyargılarla hareket ettiğini gözlemledim. Bu önyargıları şöyle özetleyebilirim:
1. “Eğer Kürtçe eğitim olursa Kürtler sadece Kürtçe öğrenecekler, Türkçe öğrenmeyecekler.” Bu, Kürtlerle konuşulmadan varılan bir yargıdır. Çalışmayı yaparken Kürt siyasal hareketinin üç partisi (BDP, HAKPAR ve KADEP) ile de görüştüm. Bu partilerin hiçbiri, Kürt çocuklarının sadece Kürtçe öğrenecekleri bir eğitim modelinden bahsetmediler. Aksine hepsi, çokdilli bir eğitim modeli öngördüklerini söylediler ve çocukların hem kendi anadillerine hem de resmî dile hakim olabilecekleri bir eğitimden yana görüş bildirdiler. Yine bu siyasi partiler, yalnızca Kürtçeyi öğretecek bir eğitim talep etmenin hem Türkiye’nin gerçekleriyle bağdaşmadığını hem de arzu edilir bir yönünün bulunmadığını belirttiler. Dolayısıyla bugün eğitimde Kürtçenin kullanılmasını talep edenler, yalnızca Kürtçenin öğretildiği tekdilli bir eğitimi değil, hem Kürtçenin hem Türkçenin öğretildiği çokdilli bir eğitimi savunuyorlar.
2. “Kürtçe yeterli bir dil değildir, bu dille kaliteli bir eğitim yapılamaz. Yapılsa bile bu eğitim Kürtlerin zararına olur.” Atölye çalışmaların birinde, uzun yıllar Kürtlerin arasında çalıştığını belirten bir Milli Eğitim Bakanlığı bürokratı aynen şöyle dedi: “Birisine, onu sevdiğinizi Kürtçe söyleyebilirsiniz. Ama birisine matematiği Kürtçe anlatamazsınız.” Kendisine Kürtçenin dil yapısı hakkında bir çalışması olup olmadığını sordum. Böyle bir çalışma yapmadığını ama gözlemlerinden bu sonuca ulaştığını söyledi.
Bu yargı, bürokratlar arasında çok yaygın. İşin garip tarafı şu: Bu yargıyı taşıyanların büyük bir kısmı Kürtçe bilmiyorlar ama Kürtçenin yetersizliğinden zerre kadar şüphe duymuyorlar. Yani bilmedikleri bir dili zayıf ve yetersiz ilan etmekte bir beis görmüyorlar.
Bu yargıyı çürütmek zor değil. Mesela geçmişte medreselerde eğitimin Kürtçe yapıldığını hatırlatarak, bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Kürtçenin eğitimin her kademesinde kullanıldığını belirterek veya herhangi bir kitapçıdaki her alana ilişkin Kürtçe yazılı kaynakları göstererek Kürtçenin yetersiz olduğu iddiasını geçersiz kılmak mümkün. Bu, yapılıyor da zaten.
Ama burada daha derin bir sorun var; o da, oryantalist bir zihniyetin eğitim bürokrasisine olan hakimiyetidir. Kültürleri ve dilleri bir hiyerarşi içerisinde algılayan, bu nedenle bazı dilleri değerli, bazılarını ise değersiz gören bu zihniyet, değersiz gördüğü dili, o dili konuşanlara bile yasaklama hakkını kendinde buluyor. Dahası bunu da onların iyiliği adına yaptığını söyleyebiliyor. Kendi düşüncesini hakikatin tek ifadesi olarak görenlerle tartışmak güç bir iş. Dolayısıyla “Kürtçe öğrenmek Kürtlerin zararınadır” düşüncesine iman derecesinde bağlı olanları, bu işin böyle olmadığına ve kaldı ki böyle olsa bile bunun öncelikle Kürtlerin sorunu olduğuna ikna etmenin son derece zor olacağını gördüm.
3. “Anadilin eğitimde kullanılmasını sağlayan eğitim modellerini uygulamak zordur; zaten dünyada da pek bir örneği de yoktur.” Anadilinde eğitim konusu, uzunca bir süredir neredeyse tüm dünyada üzerinde tartışılan bir konu. Dünya deneyimleri bize bu sorunun bugünden yarına kolaylıkla ve süratle çözülebilecek bir sorun olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla, eğitimde anadilin kullanılmasının birtakım güçlükler barındırdığı doğru. Ancak bu sorun çözülmeyecek bir sorun da değildir. Demokratik bir ülkede, bir sorun güç diye bunu ilanihaye çözümsüz bırakmak ve bu sorunla bağlantılı taleplere sırt çevirmek de düşünülemez. Öte yandan, dünyada eğitimde anadilin kullanılmadığını söylemek de gerçeği yansıtmamaktadır; dünyada kuzeyden güneye, gelişmişinden gelişmemişine kadar birçok ülkede, birçok devlet farklı modellerle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmaktadır.
4. “Eğer bu hakkı Kürtlere verirsek, başkaları da ister. Bu ise ulusal birliğe zarar verir ve birlikte yaşamı imkânsız kılar.” Buna göre, eğer toplumsal kesimlerden birinin kültürel haklarına yönelik yasaklama veya sınırlama ortadan kalkarsa, bundan cesaret alan diğer gruplar da aynı talepleri dillendirmeye başlarlar ve sonunda toplumsal bütünlük zarar görecek.
Bu yargı, toplumu mono-blok bir yapı olarak gören ve çeşitliliği tehdit olarak algılayan bir düşüncenin ürünü. Sorunlara özgürlükler ve haklar temelinde değil, kısıtlamalar ve yasaklamalar temelinde yaklaşan bu zihniyet, maalesef kamu bürokrasisinde yaygın bir şekilde paylaşılıyor. Bu yargıyı dillendirenlere, hem kitlelerin kendi dillerini kullanmalarını istemelerinde herhangi bir sorun bulunmadığını hem de dil yasaklarıyla barışçıl bir sosyo-politik ortamı oluşturmanın imkân dışı olduğunu hatırlatmak icap ediyor.
Muhayyel bir tehdit algısına dayanarak bir grubun haklarını vermemek bir siyasal sorundur, ama bunun da ötesinde bir ahlaki sorundur. Bu ahlaki sorunu çözebilmek için sadece hukuki sıkıntıları ortadan kaldırmak yetmiyor, aynı zamanda önyargılarla yüzleşmek ve onları da aşmak gerekiyor.
Zaman-Yorum, 06.12.2010