‘Devlet baba’ anlayışının ağır bastığı ülkelerde devletin hemen tüm alanlarda sorumluluk alması ve kamu hizmetlerinin tümünü bedava sunması beklenir. Örneğin eğitim alanında devlet okul inşa eder, öğretmen atamasını kendi yapar, kitap, tablet, tahta, sıra vs gibi tüm eğitim ihtiyaçlarını kendi karşılar hatta bedava süt dağıtır. Ne var ki bu gayet insani, vicdani ve anlaşılabilir tutum sınırlı kaynaklara sahip olan bir ülke için bazı problemleri de beraberinde getirmektedir. Her şeyden evvel bu tür hizmetler için tedarik edilmesi gereken bütçenin vergi mükelleflerinden temin edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan daha çok bedava hizmet talep etmek demek aynı zamanda daha fazla vergi yükü demektir. Bedava talep edilenin sadece eğitim olmadığını da eklersek karşımızda her gün büyüyen ciddi bir finans, refah, kalite ve özgürlük sorunlarının olduğunu görürüz.
SENDİKALAR EKONOMİK GERÇEKLERİ DİKKATE ALMIYORLAR
Türkiye’deki mevcut eğitim sendikaların hemen hepsi eğitime daha çok bütçe ayrılması gerektiğini konusunda hemfikirdir. Ne var ki devlet eğitime daha çok bütçe ayırsın diyen eğitim sendikalarının sınırlı kaynaklarla her yıl sayıları artan milyonlarca öğrencinin ihtiyaçlarının nasıl giderileceği konusunda sağlıklı bir önerileri maalesef bulunmamaktadır. Her fırsatta devlet eğitime daha çok bütçe ayırsın demenin vergi mükelleflerine ilave bir yük altına sokmak anlamına geldiği de göz ardı edilmektedir. Maalesef ekonomik gerçekler görmezden gelinerek taleplerde bulunmaktadırlar. ‘İktisat’ hayatın tüm alanlarında varlığını ağır bir biçimde hissettiren bir bilim olmasına rağmen nedense Türkiye’de eğitimin iktisadi yönü bu anlamda pek tartışılmaya açılmıyor. Oysa eğitimin yapısal sorunlarının yanı sıra bir o kadar da önem arz eden ciddi bir iktisat/finansman sorunu vardır.
Türkiye, birçok alanda özel sektörün rolünü arttıran ekonomik politikaları devreye sokmuş olmasına rağmen nedense eğitim söz konusu olduğunda eski usul ‘alıp-dağıtma’ yöntemini benimsemektedir. Ne var ki velilerin önüne tercih imkânı sunmayan standart bir müfredat ve tamamen kamu otoritesinin isteği doğrultusunda şekillenmiş tek-tip bir eğitim politikasının zorunlu kamu okullarında bir eğitim faaliyeti olarak yürütülüyor olmasının dershane sektörünü nasıl da büyüttüğünü artık biliyoruz. Son günlerde dershanelerin özel okula dönüşümü çerçevesinde eğitim bakanlığın gündeminde olan özel sektör teşviki ileriye dönük bir ümit kaynağı olmuştur. Bu süreçte öğrenci sayısına göre uygulanması planlanan teşviklerden birisi de ‘1-5-9’ formülüdür. Bu yöntemde özel okullar, 4+4+4 sisteminin her kademesinde birinci sınıfa başlayan tüm öğrenciler için devletten teşvik alacaklar. Dershanelerden dönüşen özel okulların yanısıra, hali hazırda özel okul olarak faaliyet gösteren kurumlar da bu teşviklerden yararlanacak. Eğitimde ileriye dönük özel sektörün rolünü arttıracak bu tür uygulamalar elbette önemsenmelidir. Ancak buna rağmen eğitimin hala merkeziyetçi ve devlet tarafından üretilmesi, finanse edilmesi ve tek elden işletilmesi sorunuyla karşı karşıyayız. Geçmişte Osmanlı Devleti’nde de eğitim bütçesinin merkezden tedarik edilmediğini görmekteyiz
OSMANLI’DA EĞİTİMİN FİNANSMANI NASILDI?
Osmanlı Devleti’nde eğitim, sağlık, din ve kültürel faaliyetlerin finansmanı için bütçeden doğrudan bir kaynak ayrılmadığı görülmektedir. Örneğin eğitim vakıflar yoluyla finanse ediliyordu. Osmanlı’da vakıf sisteminin çok yönlü işlevleri olduğunu ve padişahların vakıflara özel hassasiyet gösterdiği bilinen bir gerçek… Vakıflar Osmanlı’da eğitim hizmetlerinin finansmanında önemli bir rol üstlenmişlerdir. Osmanlı’daki yaygın eğitim veren medreselerin mutlaka vakıfları bulunurdu. Prof. Dr. Ömer Çaha’nın tespitiyle bu sistemle köylere, en ücra yerlere kadar uzanmış, yayılmış eğitim ağları gelişmişti. En yoksul köylerde, en yoksul aileler bile eğitim faaliyetinin bir parçası haline gelebilmişti. Osmanlı medreselerinde verilen eğitimin müfredatı, içeriği tartışılabilir.
ÖNERİLER
Eğitim tek merkezden kontrol edilebilir, standart müfredatı ve anlayışıyla tamamen devletin tekelinde bir hizmet olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu da her yıl daha çok finansman gerektirmekte ve ne yazık ki ciddi kalite düşüşleri yaşatmaktadır. Sürekli artan eğitim talebine cevap verilemediği gibi mevcut finansman yöntemiyle sistem tam manasıyla bir çıkmazsın içerindedir. Bu bakımdan alternatif finansman yöntemlerine ihtiyaç vardır.
Türkiye’de farklı kesimlerin gerek finansmanlarını gerekse eğitim modellerini kendileri belirlemeleri kaydıyla farklı, alternatif eğitim kurumları açmalarının önündeki yasal engeller kaldırılarak eğitimin ülke çapında rekabet ortamına açılması sağlanabilir. Oluşacak olan bu rekabet ortamında dileyen okullar velilerin önüne çok çeşitli cazip eğitim paketleri sunabileceklerdir. Örneğin ‘biz şu kadar fiyatla bu kadar yüksek kalite vaat ediyoruz’ gibi. Devlet okullarının da olacağı bu ortamda çok farklı ve cazip finansman kaynakları da insanların önüne konulacaktır. Burada dar gelirli ailelerin eğitim satın alamayacakları noktasında bir eleştiri getirilebilir. Bunun için devlet dar gelirli aileler için özel imkânlar tanımalıdır. Ailelere özel kredi imkânları sunulabilir ya da borçlanma yöntemi devreye sokulabilir ya da kendisi sübvanse eder.
Ailelerin eğitim satın alabilmelerini kolaylaştıran Friedman’ın ‘eğitim kuponu’ yöntemi de farklı finansman seçenekleri arasında düşünülebilir. Bu sistemde veliler okul seçme hakkını kullanmakta ve eğitime ayrılan kaynakların nereye harcanacağında söz hakkına sahip olmaktadır. Böylece okullar doğan rekabetten dolayı daha verimli bir sistemi takip etmekte ve daha yüksek düzeyde hizmet sağlamaktadırlar. Çözüm önerileri çoğaltılabilir. Yeter ki ülkeyi finansman ve kalite olarak zora sokan dolayısıyla dershane sektörünü besleyen yerleşik sistemin herhangi bir yaraya merhem olmadığını idrak edelim..
Yeni Şafak, 27.02.2014