BTK Başkanı Tayfun Acarer kendini yırtıyor; “Biz sansür filan getirmedik, sadece yeni bir hizmet getirdik” diye… Ama hiç kimse tatmin olmuyor.
Peki problem ne?
Çünkü işkilliyiz. Bu yönetmeliğin hizmet kılığına sokulmuş yeni bir kontrol-kısıtlama sistemi getirdiğinden endişe ediyoruz. Çünkü bu kurum sabıkalı bir kurum. Çünkü bu devlet sabıkalı bir devlet.
Bu kurumun elinde istediği siteyi yasaklama gibi bir yetki var. Mahkemeler zaten suç kapsamına giren siteleri yasaklıyor. Ama bu yetmiyor; bunun üstüne bir de neyin müstehcen sayılıp sayılmayacağına, neyin toplumun ahlakını bozacağına ya da ulusal birlik ve düzenimizi tehdit ettiğine karar yetkisi olan bir kurul kuruyorlar. Ve bu kurul da şimdiye kadar bu yetkisini olur olmadık yerde tepe tepe kullanıyor. Bu sayede, dünyada internete erişim konusunda en sansürlü ülkelerden biri ilan ediliyoruz. Sıralamalarda en arka sıralara düşüyoruz.
Şimdi bunu yapan kurum “size yeni bir hizmet getirdim” diyor ve doğal olarak hepimizin tüyleri diken diken oluyor.
Peki neymiş getirdiği yeni hizmet?
Bizi internetin zararlarından korumak için; interneti güvenli kullanabilmemiz için oturmuş, uğraşmış ve her biri farklı filtrelerden geçirilmiş (yani farklı tür bir sansüre tabii tutulmuş) dört tip paket düzenlemiş. Mesela çocuk paketi… BTK’nın (ya da devletin) çocukları terbiye etme anlayışına uygun olarak, çeşitli filtrelerden geçirilmiş, yani çeşitli sansürlere uğramış bir paket. Ya da aile paketi… Devletin “ideal” ailesine uygun gördüğü erişim noktalarını kapsayan, uygun görmediklerini kısıtlayan bir paket…
Bize de bunlardan birini seç kullan diyor.
İşte bütün mesele de burada başlıyor.
Bir kere sen devlet olarak neden bunu üstüne vazife ediniyorsun? Şu anda zaten her isteyen istediği filtreyi bulup uyguluyor. Öyleyse sana ne oluyor? Sen neden bu işe de burnunu sokuyorsun? Bırak, ihtiyaç duyan kendi filtresini kendisi uygulasın. Kendi paketini kendi hazırlasın, ki zaten hazırlıyor. sen herkese hazır çorba gibi hazır internet paketleri dağıtmak zorunda mısın?
Hayır, duramıyor… Düzenlemeden, denetlemeden, burnunu sokmadan yapamıyor.
Biz çok iyi biliyoruz ki bu, devletin genlerine işlemiş bir alışkanlık, bir refleks… “Bu ülkeye komünist partisi lazımsa onu da biz kurarız” diyen zihniyet…
Yasaklamaların genellikle düzenleme adı altında gelişine yabancı değiliz. Her şeyi düzenlemek; nizam intizama sokmak ve düzenlemenin arasına kontrol unsurları sızdırmak… Hep yaptıkları bu değil mi?
Son yıllarda devletlerin -sadece bizde değil bütün dünyada- buldukları en etkili bahane ise çocuklar… Yasaklarını, kontrol mekanizmalarını kurarken çocukların arkasına saklanıyorlar. Her şeyi “çocukları korumak uğruna” yapıyorlar. Neyi seyredeceğimize, neyi okuyup neyi okuyamayacağımıza, nerede içip nerede içmeyeceğimize burunlarını sokarken hep aynı gerekçe. Tabii her zaman onlara bu bahaneyi kullanma fırsatı veren bir de talep var: “Halkımızdan gelen yoğun talep üzerine…”
Kimdir bu halk Allah aşkına? Neden boyuna, “hayatımıza müdahale edin” diye size müracaat edip duran “halkın” lafını dinliyorsunuz da, yıllardır “bize karışmayın, biz çocuklarımıza kendimiz göz kulak oluruz” diyen bizlerin söylediklerini hiç duymuyorsunuz? Onlar halk da biz değil miyiz?
Biz de halkın bir kısmıyız ve yıllardır döne döne şunu söylüyoruz:
Lütfen artık hayatlarımızın iplerini elinizde tutma alışkanlığınızdan vazgeçin.
Karışmayın! Bizi kendi halimize bırakın! Yasalarınızla, yönetmeliklerinizle her şeyi “düzenleme” sevdasından vazgeçin. Çocuklarımızı korumayı, gençlerimize doğru yolu göstermeyi bize bırakın. RTÜK’lerinizi, BTK’larınızı, internet yönetmeliklerinizi, alkol yönetmeliklerinizi alıp gidin başımızdan. Daha az karar alın, daha çok kararı bizim kendimize bırakın. Daha az yasa, daha az yönetmelik çıkarın, daha az düzenleme yapın. Bize, içinde istediğimiz gibi at koşturabileceğimiz geniş düzenlenmeyen alanlar bırakın.
Daha az yönetilmek istiyoruz. Bunu anlamak bu kadar mı zor?
Bugün, 06.05.2011