Tabii sizin bunu bilmeniz mümkün değil.
Ama ben üşenmedim, arşivime girdim ve o gün kafamın neyle meşgul olduğunu, hangi konuyu yazdığımı buldum. Gençler ve uyuşturucu üzerine bir yazı yazıyormuşum o gün.
İşte tam o gün; benim eroinden ölen Gönül’ün ardından ağıtlar yaktığım, Refah Partisi takiye mi yapıyor, merkez sağ eriyor mu gibi bitip tükenmeyen tartışmaların siyasetin gündemini işgal ettiği; sizin belki sonbaharlık bir ceket almak için alışverişe çıktığınız ya da sevgilinizle buluşup Taksim’de dolaştığınız ya da akşam seyredeceğiniz önemli bir maçın heyecanıyla bütün gün mesainin bitmesini iple çekip akşam doğruca evinize koşturup televizyonun karşısındaki rahat koltuğunuza gömüldüğünüz o gün, Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından bir koridorda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırılıyor ve içlerinden 10’u çivili sopalarla elleri, kafaları, boyunları paramparça edilerek öldürülüyordu.
O gün görüş günüydü. Sabah kalktıklarında o gün kendileri için kıyamet günü olduğunu bilmiyorlardı. Muhtemelen en temiz gömleklerini giydiler, saçlarını ıslatıp taradılar, kendilerine çekidüzen verdiler ve anne-babalarıyla görüşmek için koğuşlarından çıktılar. Ama sonra, ne olduysa oldu, sudan mı sudan bir sebepten gardiyanlarla aralarında çıkan gerginlik bahane edildi ve koğuşun açıldığı o koridor mezarları oldu. O kısacık ve daracık koridorda üstlerine saldıran asker ve polislerden korunmak için duvarın dibinde dizlerinin üstüne çöktüler. Başlarını ellerinin arasına alarak kendilerini korumaya çalıştılar. Boğazları yırtılıncaya kadar “İmdat” diye bağırdılar bize. Ama hiçbirimize duyuramadılar. Hiçbirimiz duyamadık onları. Kimimiz alışveriş yapıyor, kimimiz Taksim’de geziyor, kimimiz maç izliyorduk. Duyamadık, yardımlarına koşamadık. Kafaları parçalandı; elleri parça parça oldu. Bağıra bağıra, imdat isteye isteye öldüler. Ölürayak, “Demek ki herkes bizi unuttu, herkes bizi terk etti” diye düşündüler.
Bu hafta sonu Diyarbakır’da yapılan ve Diyarbakır Cezaevi’nin gerçekleriyle yüzleşilen o toplantının yapıldığı salonda 24 Eylül günü katledilen o tutukluların ruhları dolaşıyordur, eminim. Oraya 15 yıllık bir gecikmeyle gelen bizlere “Nerede kaldınız; neden bizi hiç duymadınız, neden bizi terk ettiniz, neden aramızdaki duvarın kaderlerimizi böylesine ayırmasına müsaade ettiniz” diye sitem eden ruhlar…
X x x
Ankara Dışkapı Askeri Cezaevi’nin Kadınlar Koğuşu’nun havalandırma bahçesi mahalle içine bakardı. Biz bahçede volta atarken sokakta çocuklar oynar, insanlar işe gider, evine döner, seyyar satıcılar bağıra bağıra geçer ama hiçbiri de kafasını çevirip bizim tarafa bakmazdı. Aramızda sadece bir dikenli tel vardı ama bizi görmüyorlardı. Sanki biz ölmüş ve görünmez olmuştuk, dikenli telin ötesinde akıp giden hayatın dışına çıkmıştık ve sanki artık geri dönüş mümkün değildi. Hapishanedeki herkes böyle hisseder. Bu duygu, hapisliğin en dayanılmaz yanıdır; ölmeden ölmüş gibi olmak…
İşte ben, bu hafta sonu Diyarbakır’da yapılan toplantıyı bu yüzden bu kadar önemsiyorum. Diyarbakır Cezaevi’nin vahşet müzesi yapılıp hepimizin gözünün içine sokulmasını bu yüzden çok istiyorum.
Bir dahaki sefere onları orada unutmayalım diye…
Biz yer, içer eğlenirken, sevişirken, trafik akmıyor, yeni aldığımız elbise leke oldu diye dertlenirken az ötemizde yükselen duvarların gerisinde birtakım insanların yaşadığını unutmayalım; onların neler yaşadığını hep merak edelim; onların “imdat” seslerini duymak için kulaklarımızı açalım diye…
Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu, Neşe Düzel’le yaptığı röportajda, 24 Eylül 1996’da ölen tutukluların otopsi resimlerini Neşe’ye gösterip göstermemekte tereddüt ediyor önce. Sonunda “Moraliniz bozulacak ama bozulsun… Evet bozulsun… İnsanlar nasıl öldürülmüşler gözlerinizle görün” deyip gösteriyor. Fotoğraflara bakan Neşe’nin ilk sözleri ise “Aman Allah’ım… Bir insan bedeni nasıl böyle paramparça edilebilir? Bir katliam bu. Ben bu fotoğrafları okurlara anlatamam…” oluyor.
Bense tam tersine, bu fotoğrafların poster yapılıp Diyarbakır Vahşet Müzesi’nin duyarlarına asılmasını istiyorum. Ahmet Türk’e işkence yapılan odanın kapısına “Ahmet Türk bu odada ‘Canımı al Allah’ım’ diye dua etti” yazılmalı kocaman harflerle. “Hüseyin Yıldırım bu lağım suyunun içinde şu kadar gün kaldı” diye bir plaket konulmalı o ortasından lağım suyu akan salonun kapısına. On gencin dövülerek öldürüldüğü koridora da 5 yıl hapis cezası yediği halde bir gün bile hapis yatmadan sıyırtan o cellatların; çivili sopayla beyin dağıtan o polis ve askerlerin resimleri asılmalı. Her dönemin zalimlerine, adaletin pençesinden kurtulsalar da, halkın vicdanında lanetlenmekten kurtulamayacaklarını hatırlatmak için…
Bugün, 27.09.2010