Dr. İrfan Çelik – Kuvvetler Ayrılığı: Bir İndirgemenin Dayanılmaz Sığlığı

 

Sınırsız çoğunluk (yoksul sınıf – avam) egemenliğinin siyasal toplumdaki diğer sınıflar / katmanlarla dengelenmesi amacına yönelik olan kuvvetler ayrılığı teorileri, demokrasi düşüncesi kadar eski olup demokrasiye karşı kurgulanmıştır ve tarihsel olarak cumhuriyetçi geleneğe ait görünmektedir. Bu teorilerde işlevsel organlar ayrımı yapıldıktan sonra bu organlarda yer alacak siyasal / toplumsal güçlerin (monarşik, aristokratik, oligarşik ve demokratik unsurların) dengesine dayalı bir siyasal düzen kurgulanmaktadır.

Demokrasi 20. Yüzyıla kadar istenmeyen bir siyasal düzendir ve karşısında yer alan egemen teori cumhuriyetçilik olmuştur. Mülk sahipleri, aristokrat ve yoksul çoğunluğun organlar içinde birlikte yer aldığı siyasal düzene Aristoteles “siyasal yönetim”, “anayasal yönetim” gibi adlar vermiştir. Montesquieu ve Rousseau’nun “cumhuriyet” olarak isimlendirdiği düzen de, iyi kurgulanmış, aristokratik ve demokratik unsurların dengesine sahip bir düzendir. Amerikan devriminin kurucuları kendi siyasal düşüncelerini cumhuriyetçilik olarak adlandırmıştır. Hepsinde ortak bir kaygı egemendir: Siyasal güçleri sınırlamak ve dengelemek. Kuvvetler ayrılığı teorisinin yanı sıra,  “iyi-doğru yasa” fikri de siyasal düşüncede Antik Yunan’dan bu yana varlığını sürdürmüş, çoğunluk tercihinin sınırının “yasa” olması gerektiği düşünülmüştür. Platon ve Aristoteles, “yasa”ya bağlı yönetimin mümkün olmaması halinde ise ikinci en iyi yönetimin demokrasi (çoğunluk kararlarına bağlı yönetim) olduğunda hemfikirdiler. Yasa ise düzen ve denge demektir. Bu yüzden sadece çoğunluğa değil, herkese hakettiğini veren yasa iyi yasadır. Aristoteles’e göre siyasal toplumu kuracak ve ayakta tutacak olan şey tek başına sözleşme değildir; bu erdeme de ihtiyaç vardır; siyasal yönetimin erdemi budur.

Aristoteles’in karma yönetim olarak da isimlendirilen yönetim biçimi, yasama yürütme ve yargı organlarında siyasal / toplumsal güçlerin dengesine dayanır. Bu güçlerin organlardaki bileşimi siyasal yönetim tipinin adını da belirler. Demokratik anayasalarda en üstün olan halk ya da demos’tur, oligarşilerde ise azınlıktır. İşte bir anayasayı ötekinden bu ayırmaktadır. Ona göre adil olan, daha yüksek mülkiyet koşuluna uyanlar esas alınmak üzere, çoğunluğun üstünde anlaştığı şeydir: “Bir kelimeyle söylemek gerekirse, siyasal yönetim oligarşiyle demokrasinin bir karışımıdır.”  

Aristoteles’ten 2000 yılı aşkın bir süre sonra Montesquieu tarafından yeniden ele alınan kuvvetler ayrılığı Aristoteles’in karma yönetiminden başka bir şey değildir ve o da hukukî anlamda organlar ayrımının değil, siyasal / toplumsal güçlerin dengesini sağlamanın teorisidir. Ona göre de bir devlette üç yetki vardır: Yasama; devletler hukukuna ilişkin kararları uygulama ve medeni hukuka ilişkin kararları uygulama yetkileri; üçüncü yetki yargıyı da içerir. Teorinin özü şudur:“Eğer bu yetkiler, ister bir kişi, ister yüksek memurlar, ister aristokratlar ve isterse halk olsun, sadece bir kesimin elinde toplanırsa devlette her şey yıkılır”.  Ezcümle, iki veya üç otorite tek bir siyasal/toplumsal kuvvetin kontrolünde olursa, üç otoriteden biri münhasıran bir siyasal / toplumsal kuvvet tarafından üstlenilirse, bu kuvvetler üç otoriteden her birine uygun biçimde katılmayıp onlara tabi olursa özgürlük olmaz.

Yönetim biçimlerini despotluk, monarşi ve cumhuriyet olarak üçe ayıran Montesquieu’ya göre  “Halkın bütününün ya da bir kısmının hükümran (iktidara sahip) olduğu yönetim şekli olan cumhuriyet de iki alt şekle ayrılır: Aristokrasi ve demokrasi. Cumhuriyet yönetiminde yetkiler tüm halkın elinde olursa bu bir demokrasidir. İktidar halkın bir kısmının ellerinde ise bunun adı aristokrasidir”. O’na göre “Soylular yönetimi demokrasiye ne kadar yaklaşırsa o kadar mükemmel olur; saltanat yönetimine yaklaştıkça mükemmelliğinden kaybeder”. Hâlâ devam eden cumhuriyet – demokrasi tartışmasının özü de herhalde budur.

Rousseau’nun demokrasiye karşı bulduğu çare ise bambaşkadır. Yasa yapma işi çoğunluğun elinde olamaz.  Çünkü “İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerek”ir. Yasaların kaynağı “egemen varlık” olan halktır ama yasaları bilge bir azınlık yazmalıdır! “Egemen varlık” olan halk, yönetim işini de ehil bir azınlığın eline bırakmalıdır! Gerekçe açıktır: “Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil”dir!

Locke, yasama ve yürütme iktidarının aynı ellerde olmaması gerektiğini, yasayı yapan ve yürütenlerin aynı kişiler olması halinde bunun siyasal toplumun çıkarına değil yönetenlerin çıkarına bir yönetim olacağını söylemiştir. Ancak Locke, çoğunluğu sınırlamanın temelini başka bir yerde atmıştır: Doğal haklar. Locke, yürütme iktidarının doğru kullanımını gözeten bir yargıç olmadığını söylemiştir ki dikkate değer olan budur. “Bu yargıç yokluğu düzensizliğe de yol açmaz, zira yürütme iktidarı yürütmeden duyulacak rahatsızlığın, çoğunluk tarafından hissedilecek ve değiştirilmeye kalkışılacak noktaya kadar varmasına izin vermez.” Locke, yürütmeyi sınırlayacak bir yargı erki yerine, çoğunluk tepkisini gözeterek kendi kendini sınırlaması beklenen, sınırlamadığı takdirde direnme hakkı ile karşılaşacak bir yürütme erki varsaymaktadır ki bu, çağdaş tartışmalarda parlamento kararlarının yargı tarafından sınırlanması gerektiği fikrine karşı seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk tercihini asıl sınırlama olarak gören düşüncenin herhalde ilk ifadesidir.

Mill’e göre de “Demokrasi iki tür tehlike içerir. Temsil organı ve popüler düşüncedeki düşük dereceli zekâ tehlikesi ve aynı sınıftan oluşan sayısal bir çoğunluk parçasına dayalı “sınıf yasaması” tehlikesi… Bu tehlikenin önüne geçmek için Mill’in önerdiği çözüm ise, azınlığın görüşü için daha güçlü bir temsil, yani çoğul oydur: Eğitim düzeyi ve mesleğine göre (yani kendi dönemi itibariyle aslında mülk sahiplerine) iki veya daha fazla oy hakkı tanınmalıdır. İngiltere’de 1949’da yükseköğrenimlilerin hâlâ iki oy hakkı vardı.

Ancak teorisi siyasal düşüncenin kadim eserlerinde yapılan kuvvetler ayrılığı 20. yüzyılda bir indirgemeye uğrayarak sığlaşmıştır. Carl Schmitt kuvvetler ayrılığının organlar ayrımına indirgenmesinin bir banallik olduğunu, bunun başlangıcının ise Locke olduğunu söylemektedir.  Parlamento ve diğer organlar (yürütme ve yargı) dengenin unsurları sayılmıştır; oysa Schmitt’in dediği gibi, parlamento dengenin bir parçası değil, bizzat kendi içinde dengelenmiş olması gereken organdır. (Ama burada Locke’un çoğunluk kararlarının sınırını doğal haklarla çizdiği hatırlanmalı.)

Kuvvetler ayrılığı teorisinin orijinal anlamı bugün ne cumhuriyetçi ne de liberal düşüncenin temel ilgi alanındadır. Bazı cumhuriyetçi düşünürler, bu ilkenin unutulmasının aslî cumhuriyetçi ideale ihanet olduğunu söylemekte ve kuvvetler ayrılığını federasyon ile eş anlamlı kullanmaktadırlar. Hayek gibi bazı liberal düşünürler ise, kuvvetler ayrılığını, toplumsal sınıflara göre değil işlevlerine göre farklılaşmış iki ayrı meclisin varlığında aramaktadır ki bu ayrım da yüce yasa – olağan yasa ayrımına dayanır.  

Özetle, orijinal teoride, yasama, yürütme ve yargı birer, organ / işlev / yetkiyi anlatır. Kuvvet denilen şey bu organlar değil; bu organlarda yer alacak siyasal / toplumsal kuvvetlerdir. Teorideki bu indirgeme çeşitli etmenlerle ve bir süreç içinde gerçekleşmiştir. ‘Genel ve eşit oy’un, toplumsal farklılığın üstünü kalın bir örtüyle örttüğü yerde ve temsilî demokrasi çağında  siyasal / toplumsal kuvvetlerin dengesine dayalı kuvvetler ayrılığı teorisinden söz etmek yersizdi artık. Aristoteles, Montesquieu, Rousseau ve Mill’in endişe ettiği “demokrasi tehlikesi” neredeyse ortadan kalkmıştır! Demokrasiye yönelik aristokratik veya oligarşik eleştiri Gramsci’nin deyişiyle artık safçadır; seçim sonuçlarından korkmaya mahal yoktur; nihayetinde seçimlerle ölçülen şey yarışan seçkinlerin ikna kapasitelerinin etkinliğidir.

20. Yüzyıla dek bir toplumsal sınıfın yönetimi olarak ele alınan “demokrasi tehlikesi”ne karşı geliştirilmiş kuvvetler ayrılığı teorisinin içi boşalmış; orijinal teorideki “kuvvet” “organ”a izafe edilerek indirgeme tamamlanmıştır. Muhtemel istenmeyen durumlara karşı kontrol-balans işlevi de, kimi yerde bir tür atanmış parlamenterlerden müteşekkil ikinci bir meclis / senato ve / veya muhtelif bürokratik kurumlar veya anayasa yargısına bırakılmış ve bu da kuvvetler ayrılığının ifadesi / gereği olarak sunulmuştur.

Deniliyor ki, kuvvetler ayrılığı modern demokratik yönetimin eksikliklerini gidermek için dizayn edilmiş modern bir yapısal aygıttır ve karma yönetim kavramı ile ilişkisizdir. Zira karma rejim, farklı siyasal-sosyal sınıflar anlamında organize olmuş bir siyasal toplumu gerektirir ve bir toplumsal kesimin çıkarlarının diğerlerininkine kurban edilmeyeceği bir yönetim yapısı içinde onları bir araya getirir; yönetim güçlerinin işlevsel ayırımı yoktur, buna ihtiyaç da yoktur. Buna karşılık modern kuramda yönetim güçleri işlevsel olarak üç organa ayrılmıştır: Yasama, yürütme ve yargı. Bu üç organın, her birinin kendi özel işlevini yerine getirdiği uyumlu bir yönetim gücü bütününü oluşturması beklenir; çatışma halinde, siyasal birliği sağlamak üzere dizayn edilmiş mekanik bir düzen vardır. Bu düzen kontrol ve dengeye (checks and balance) dayanır.

Ancak, orijinal teoride yönetim güçlerinin işlevsel ayrımı olmadığı savının hiçbir dayanağı yok. Bunun için Aristoteles ve onu tekrar eden Montesquieu’ya bakmak yeterli. Onlar bu işlevsel ayrımı yapmışlardı. Ama onlar için mesele işlevsel ayrımı yapmak değil; bu işlevleri siyasal güçlerin dengesi içinde yerine getirmekti. Kadim kuvvetler ayrılığı fikrini karma rejim olarak isimlendirip, bugünkü sığ işlevsel temelli organlar ayrılığına kuvvetler ayrılığı demek ona büyük bir önem kazandırmıyor. Kısmen başkanlık sistemi ve federal yapı dışında bu işlevsel ayrımın anlamlı bir etkisi de yok. Parlamenter rejimde ise ağırlık ister yürütmede ister yasamada olsun, yürütme ile yasama arasında neredeyse özdeşlik olduğu açık.

Bugün anayasacılığın iki ayağından biri olarak kabul edilen modern “kuvvetler ayrılığı” fikrinin, banal bir indirgeme ile ele geçirilen bu kavramsal yakıştırmayı hak etmediğini ve modern anayasacılıkta kendisine atfedilen önemi hak eden bir içeriğe sahip olmadığını kabul etmek gerekir. 2500 yıllık siyaset bilimi literatüründe demokrasiye karşı geliştirilen teoriyi demokrasi zannedenler zaten konunun dışında! Kuvvetler ayrılığı cumhuriyetçi geleneğin yönetim biçimini anlatır, demokrasinin değil; aksine onu sınırlamanın aracıdır. Artık, orijinal teoriden kopmuş işlevsel temelli organlar ayrımı ne anlamlı bir teorik değere ne de fiilî olarak güçlü bir etkiye sahip olmadığından, demokrasiyi sınırlamak gerektiğini düşünenler için yaslanılacak tek temel kalmıştır: liberal teori (insan hakları). Ama “bu yetmez, bize cumhuriyet (kuvvetler ayrılığı) lazım” deniyorsa, bu durumda içinde çok çok uğraşmayı gerektiren bir siyasal düşünce dünyası bizi bekliyor demektir. Cumhuriyetçiler demokrasiyi sınırlamak istiyorsa kendi teorilerine sahip çıkmayı göze almalılar. Ancak,  unutmamaları gereken bir şey var: Cumhuriyetçi düşüncenin hükümet biçimini anlatan kuvvetler ayrılığı teorisi siyasal toplumda “farklılığın” varlığını kabul üzerine kuruludur. Faklılıklar veri olarak alınır ve teori bu farklılıkların çıkarlarını / değerlerini dengelemenin teorisidir. Homojen toplum varsayımında tek bir kuvvet vardır; olmayan şeylerin dengesi olmaz! Homojenlik arayanlar, kuvvetler ayrılığına dayalı bir siyasal toplum dedikleri an baltayı kendi oturdukları dala vuracaklardır. Yürütmeyi (ve çoğunlukla onunla yapışık olan yasamayı) sınırlayacak bir yargısal denetimi / aktivizmi kuvvetler ayrılığı zannetmedeki banallik ise teoriye hiç yakışmıyor. 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et