DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk ve içlerinde BDP Eşgenel Başkanı Gülten Kışanak’ın da bulunduğu 9 BDP milletvekilinin, Hakkâri-Şemdinli’de PKK ’lilerle kucaklaşması siyaseten yanlıştı. Çünkü “kucaklaşma” çatışmaların yükseldiği ve toplumsal gerilimin arttığı bir dönemde (Ağustos 2012) gerçekleşmişti. Böyle bir ortamda siyasetçilerin yapması gereken, farklı toplumsal gruplarının hassasiyetlerini gözetmek ve tansiyonu düşürücü bir rol üstlenmekti. Söz konusu görüntü ise buna hizmet etmiyordu; çözümün mekânı olması gereken siyasi alandaki yarılmayı daha da derinleştiriyordu.
Nitekim görüntülerin kamuoyuna yansımasından sonra taraflar bir nevi “özeleştiri” yaptı. Karayılan, doğru bulmadığını söyledi. Demirtaş, olayın kendiliğinden geliştiğini ama milletvekili arkadaşlarının daha dikkatli davranması gerektiğini belirtti. Kucaklaşanlardan biri olan Gülten Kışanak da, yaptıklarının siyaseten hatalı bir davranış olduğunu kabul etti. “Bu, siyasi bir tutum değildi. ‘Bu, siyaseten başka türlü kullanılabilir’ diyebilirdik. Daha soğukkanlı ve hesapçı yaklaşabilirdik. Siyaseten böyle düşünüp orada daha kontrollü ve hatta samimi olmayan bir şey yaratabilirdik.” (Taraf, 04.12.2012)
Aslında, medyanın BDP-PKK kucaklaşmasını köpürterek vermesine rağmen toplumsal düzeyde -önceki dönemlere nazaran- büyük bir tepki olmadı. İlk günlerdeki sınırlı etki küllenmeye başlamışken ve açlık grevlerinin sona ermesiyle millet tam bir rahat nefes alacakken Başbakan, konuyu tekrar gündeme taşıdı ve 10 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılacağını söyledi. İlk etapta bunun Başbakan’ın çokça müracaat ettiği gündem değiştirme taktiklerinden biri olduğu düşünüldü ama Başbakan’ın ısrarcı tutumu olayın salt bir gündem değiştirme ile sınırlı kalmayacağını gösterdi.
İspanya’dan farkımız
Dokunulmazlık tartışması iki eksende yürüyor: Hukuk ve siyaset. Bazı yorumcular, dokunulmazlıklarının kaldırılmasının hukuken doğru, siyaseten yanlış olduğu kanaatindeler. Oysa burada “hukuk” ve “siyaset”i bağımsız ayrı kompartımanlara koyup, her biri hakkında ayrı bir değerlendirme imkânı yok. Zira burada siyasetten bağımsız bir hukuktan bahsedilemez. Eğer Meclis’te hâlihazırda bekleyen 868 dosyadan 10 tanesini aradan çıkarılıyor ve sadece bunlar hakkında hızla işlem yapılıyorsa, yüz kızartıcı adli suçlara ilişkin çok sayıda dosya rafta dururken yalnızca siyasi nitelikli suçlara el atılıyorsa, belirleyici olanın tamamen siyaset olduğunu görmek gerekir.
“Hukuken doğru” diyenler, buna misal olarak İspanya’yı gösteriyorlar, AİHM’nin Batasuna Kararını hatırlatıyorlar. Lakin bunu, İspanya ve Türkiye arasındaki “demokrasi” ve “hukuk devleti” düzeyi farkını görmezden gelerek yapıyorlar. İspanya’da adem-i merkeziyetçiliği esas alan bir anayasa, geniş ifade özgürlüğü alanı ve bağımsızlık dahil en azami talepleri savunarak siyaset yapabilme hakkı var. Türkiye’de ise bunların hiçbiri yok. Türkiye’de İspanya’daki gibi demokrasinin var olduğu yanılsaması üzerinden yapılan karşılaştırmalardan doğru netice çıkmaz.
Dokunulmazlıklar meselesi, Türkiye siyasetini birçok açıdan etkileme potansiyeline sahiptir. Öncelikle, bu tartışmalar AKP ’nin mono blok bir yapısının olmadığını gösterdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve bazı milletvekilleri Erdoğan’ın politikasını tasvip etmediklerini açık bir şekilde dile getirdiler. Keza AKP’yi destekleyen medyada da çok sayıda isim, bu tür bir adımın demokrasiye hem de AKP’ye zarar vereceği uyarısında bulundular. Denilebilir ki Erdoğan ilk kez, net bir şekilde kendisinden ayrı düşen ve kamuya yansıyan bir duruşla karşılaştı. AKP için yeni olan bu durumu -çok abartmamak kaydıyla- sağlıklı bir gelişme olduğunu söylemek mümkün.
90’larla kıyaslanabilir mi?
Dokunulmazlıkların kaldırılmasına muhalefet edenler, bunun siyasi alanı daraltacağı ve PKK’yi güçlü kılacağı noktasında ortaklaşıyorlar ve 1994’ten yaşananlardan ders çıkartılmasını salık veriyorlar. Gerçekten de 94’teki Meclis Darbesinde Kürt milletvekillerine reva görülen uygulama, Kürt belleğinde derin izler bıraktı. Rahmetli Orhan Doğan’ın ensesinden tutularak polis otosunun içine tıkılması, devletin Kürt kimliğine duyduğu nefretin ve Kürtleri aşağılama iradesinin bir nişanesi olarak hafızlara nakşoldu. Siyasetin devre dışına çıkarılması şiddetin prim yapmasını sağladı ve her iki tarafta da şiddet taraftarlarının önünü açtı. Sonuç; bir kan deryası oldu.
Erdoğan, bugün bu yoldaki uyarılara “Şartlar çok farklı, aynı şey olmaz” diyerek kulaklarını tıkıyor. Koşulların benzer olmadığı konusunda haklı; ancak farklılaşan koşullar kendisini –seleflerine oranla- daha avantajlı mı yoksa dezavantajlı mı kılar, burası tartışılır. Bugün Kürtler, 90’larla kıyaslanmayacak ölçüde politize olmuş durumdalar. Kürtlerde kimlik bilinci çok gelişmiş, siyasal gündemlerini devlet ile Kürtler arasında eşitliğe dayalı yeni bir hukukun kurulmasını sağlayacak talepler oluşturuyor. Irak ve Suriye Kürdistanlarındaki gelişmeler, onların taleplerini ve siyasal pozisyonlarına direkt tesir ediyor. Bu tabloda, parlamentoda siyaset yapan bir partinin varlığı çok önemli işlev görüyor; tüm bu sürecin demokrasi içinde yürüyebileceğine ilişkin umutları ayakta tutuyor.
Eğer vekillerin dokunulmazlığı kalkarsa -büyük ihtimal- BDP Meclis’ten çekilebilir. Böyle bir karar verdiğinde, kanımca, onlara “Parlamentoya dönün” diyecek bir Kürt kamuoyu da olmaz. Bu durumda oluşacak siyasi boşluktan da en fazla –meşru siyasi mücadelenin bir fayda getirmediğinin görüldüğünü iddia edecek olan- PKK istifade eder.
Erdoğan’ı dokunulmazlıkları kaldırmaya motive eden ( a. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, b. BDP ve Kandil’i sahadan çıkararak işi sadece İmralı ile götürme düşüncesi veya c. BDP’lilerin dokunulmazlığını kaldırmayı ama yargının vekiller hakkında bir tutuklama kararı vermemesini sağlama hesabı gibi) çeşitli saikler olabilir. Erdoğan’ın kafasının arkasındaki amaç neyse, buna ulaşmak için kullandığı aracın çok ciddi risk içerdiği unutulmamalıdır. Bu nedenle, siyasi yolu açık tutmak isteyen herkesin -özellikle de AKP içinde olanların- Başbakan’a karşı “dokunma” deyip sesini yükseltmesi lazım.
Radikal 2, 09.12.2012