Doğu Ergil – Halkın ana diline saygı göstermek bir siyasal tercih değil demokrasinin gereği olarak görülmeli

Dil, evrendeki varlıkları ve nesneleri adlandırmaya, onlara ilişkin gizleri veya onlar arasındaki ilişkileri anlamanın aracıdır. Sadece adlandırmak ve anlamlandırmak değil, anladığını anlatmak için de insanın dile ihtiyacı vardır. Bu dil sözlü, yazılı, bedensel veya bunların bir karışımı olabilir. Bu karışım da kültüreldir; toplumdan topluma, zamandan zamana değişir. Dili (ilk öğrendiği veya ana dili) ise bireyin varlıksal şifrelerini içinde taşır; kim olduğunu, nasıl bir topluluğun üyesi olduğunu, onun hangi kültüre ait olduğunu söyler. İnsan dili olduğu için düşünebilir.

Düşündüğü için de dile muhtaçtır. Geliştiği oranda dilini de geliştirir; geliştirmek zorundadır. Her birey, içine doğduğu topluluğun dilini hazır bulur. Doğumdan sonra öğrenilen dilin sahibi olan topluluğun bir geçmişi, toplumsal belleği ve bunların karşılığı olan bir tarihi serüveni vardır. Yani, birey sadece bir dil öğrenmez, kim olduğunu ve edindiği kimliğin taşıyıcısı olan topluluğu, tarihi ve kültürü ile özümler. Böylece kimlikten (kolektiviteden) kişiliğe (bireyselliğe) giden yol önünde açılmış olur. Dille bildiğini ve belleğinde sakladığını başkalarına aktarabilir. Dil olmadan iletişim sınırlıdır ve dille taşınanlar (bilgi ve sosyal değerler) birikimli değildir.

Bu yolda ilerlerken birden anadilde konuşmanın ve gelişmenin engellendiğini düşünelim. Tam birey yedi yaşına gelmiş ve kendi anadilinde iç diyaloglara başlamıştır. Doğduktan sonra öğrendiği dille, nesneler ve kişiler hakkında kendine has ilintiler kurmaya, bilgi üretmeye başlamıştır. Bu yolla duygu ve düşünce kapasitesini genişletiyor, üzerinde düşündüğü kişi ve nesneler hakkında kendince/kendisi için bilgi dağarcığı oluşturuyordur. Bunun adı iç dildir.

Biz o iç dille, dışsal özne ve nesneleri kendi dünyamızın bir parçası yaparız. Bunu yaptıkça, onlar, içinde bizim de olduğumuz bir anlam çevresinin öğeleri haline gelir. Kendimizi, yakın çevremizin dışında anladığımız, anlamlandırabildiğimiz daha büyük bir evrenin parçası olarak görürüz. Biz artık sosyal bir varlığızdır. O nedenle bilim insanları, 0-7 yaşlarını “şekillendirici” veya “kurucu” dönem olarak adlandırırlar.

Bir kişi, diyelim yedi yaşında hiç bilmediği bir dilde dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya, konuşmaya, zorlanırsa, iç dilini yitirir. İçsel diyalog sonlanır. Bu, bir yapının içe çöküşüne benzer. Yeni bir dilde eğitim bu yıkıntının üzerinde kurulmak zorundadır. Yedi yıllık kişilik oluşturma çabası, kimlik kurgusu, dünyayı anlamlandırma ve onun içinde kendi yerini bulma süreci sıfırlanır. Yeniden başlaması, yeni doğan bir çocuğun hayata başlaması gibidir.

İnsanlar ancak anadil yoluyla okul öncesinde dünyayı ve hayatı öğrenebilirler. Öğrendikleri sadece nesneler ve özneler değil, onlar arasındaki ilişkilerdir de. Bunlar okul sırasında öğreneceklerinin altyapısıdır. Birden önü kesilen bu bilgilenme ve bilgi kullanma işlemi, daha sonraki öğrenim sürecini büyük ölçüde aksatacağı gibi, anadili ile resmî dili aynı olan çocuklarla eşit şartlarda hayata başlamalarını engeller. Bu büyük bir haksızlıktır.

Ana dili farklı çocukların hayatından yedi yıl çalınmış, zihinsel dünyaları bir o kadar geriletilmiş olur. Bu ‘geriden geliş’, ömür boyu sürebilir ve sosyal adaletsizliğin temellerinden birini oluşturur. ‘Mağdurların’ tepkisinin siyasal yansımaları olmayacağını düşünmek safdilliktir. Ana dilin zihinsel, düşünsel gelişimin temeli olduğu düşünülecek olursa, bu gelişimin okul öncesi başlaması nedeniyle, ikinci dil (bu resmî dil olabilir) öğretimi, birincisini yok sayarak başlamamalıdır. Başlayan öğrenme sürecini devam ettirecek biçimde sürece eklenmelidir.

Sanat alanında bile ana (ilk öğrenilen) dilin önemi büyüktür. Güzelliği ve güzel olanı (estetik değerleri) birey ilk kez kendi anadilinde öğrenir ve ifade eder. Estetiği o dilde, o dilin kavramları ve çağrışımlarıyla özümser. Bu kavramlar ve ölçüler bir dilde soyutlama düzeyine eriştiği zaman sanat başlar. Bu nedenle sanatsal yaratıcılığın teşvik edilmesi için de anadilde eğitimin yedi yaşından sonra da devam ettirilmesi gerekir.

Sonradan öğrenilen bir dil ne kadar iyi öğrenilirse öğrenilsin, sözcüklerin ardındaki kültür dünyası, bütün gizlerini veya kapılarını yedi yaşından sonra o dili öğrenene (geç öğrenene) açmaz. Hele ikinci (veya resmî) dili öğrenme süreci, bireyin kendi kültür çevresinde gerçekleşiyorsa. Öğrendiği ikinci dilin kültür ortamından uzak kalan birey, her iki dilde de dil zengini olmakta zorlanır. Genellikle anlam dünyası, özne ve nesnelerin dış dünyasıyla sınırlı kalır; iç dünyalarını anlamakta ve anlamlandırmakta, bunları zenginleştirerek aktarmakta güçlük çeker.

Ancak, yedi yaşında öğrenilmeye başlayan ikinci dil, bireyin kendi ana dili ile birlikte öğretiliyorsa bir kesintiden veya sıfırlamadan çok bir zenginleşmeden söz edilebilir. Anadilini öğrendikten sonra birey (çocuk), ikinci bir dili daha kolay öğrenir. İkinci dili öğrenirken birincisi kolaylaştırıcı bir basamak görevini görür. O nedenle ikinci dilin öğrenilmesinde birinci dilden yararlanmak hem öğretim tekniği hem bilişsel (kognitif) süreklilik açısından önemlidir.

İlk (ana-) dili yasaklayarak ikinci dil öğretmek, cehaletlebilgilenme arasında akan azgın suların üzerinden geçilecek bir köprüyü yıkmak gibidir. Geçiş hırpalayıcı olur. Çocukluğun masumiyeti biter, genç yaşta kişi siyasetin bir aracı (kurbanı) haline gelir. O da bunun farkına varır; çok erken yaşta politize olur.

Çok-kültürlü bir öğrenim, bireye ülkesinin kültür zenginliğine, çeşitliliğine kapı açtığı gibi, birden çok anlam dünyası ile tanıştırır. Onun anlama kapasitesini, anlamlandırma potansiyelini alabildiğine geliştirebilir. Farklılıkların birarada yaşayabildiğine şahit olması, kişinin, çeşitliliğin toplumsal bütünlük için bir tehdit değil, olağan bir olgu olduğunu idrak etmesine neden olur. Çok-kültürlülük algısı ( çoğulluğun olağan bir olgu olduğunun idraki), demokrasi kültürünün de alt-yapısını oluşturur. Çoğulluğun doğal bir olgu olduğu, doğaya dikkatlice bakıldığında bile anlaşılabilir. Yaşayan varlıkların biyolojik olarak hayatlarını devam ettirebilmeleri (değişen çevreye ve koşullara uyabilmeleri) için farklılaşarak değişmeye veya farklı türlerle alış-verişte bulunmaya ihtiyaçları vardır. Değişmeyen veya tekil kültürler dayanıksızdır, uzun süre varlıklarını sürdüremezler. Ulusal sınırlar içinde birden çok kültür (ana-) dili konuşuluyorsa bunların resmi (ortak) dil yanında yaşamaları ve gelişmeleri neden sakıncalı olsun? Birlikte gelişip, aralarında etkileşip hayatı anlamlandırmaları, anlatmaları ve daha zengin bir kültür evreni oluşturmaları hem onları kullananlar hem de tüm ulus için daha iyi değil midir? Kendilerini özgür hisseden kültür kümelerinin üyeleri, onlara bu serbestiyi tanıyan siyasal düzen ve otoriteye daha sıkı bağlanmazlar mı? Tersinden düşünüldüğünde, dilleri ve kültürel gelişimleri yasaklanan veya sınırlanan topluluklar, uğradıkları haksızlığa karşı direnç göstererek siyasal sistemi zorlamazlar mı? Bu durumda ulusal birliği kurmak ve korumak daha güç olmaz mı?

Yurttaş olarak bireyin ve mensubu bulunduğu kültür kümesinin (halkın) ana diline saygı göstermek bir siyasal tercih olmamalıdır. İnsan haklarının ve demokrasinin bir gereği olarak görülmelidir. Çünkü bir kümenin/halkın dili onun varlığına ve geçmişine saygı duymakla eş anlamlıdır. Birbirine saygı duymayan ve yasa önünde eşit olmayan bireylerden ne ulus ne de demokrasi oluşturulabilir.

Taraf-Hertaraf, 23.11.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et