Anayasa’nın 174. maddesi, Sünni tarikatlar açısından büyük sıkıntılara sebep olsa da bugün fiiliyatta yok hükmündedir. Buna karşılık bu kanundan dolayı hala mağdur bulunan Alevi, Bektaşi ve Nusayriler İslam’dan rahatsızlık duyan ve kendisini laik olarak niteleyen bazı çevrelerle birlikte bu kanunu anlaşılamaz bir şekilde savunmaktadır.
1924 yılından beri ülkemizde tarikatlar kanunen yasak ancak her hangi bir kısıtlama olmamasına rağmen fiiliyatta bu yasak Hanefilik dışındaki Sünni ve Şii mezhepler için de geçerli. Anayasanın 24. maddesi “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” ve 14. maddeye aykırı olmamak üzere demokratik ve laik düzene karşı bir fiil içinde bulunmadıkça “ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir” demesine rağmen Anayasanın 174. maddesi bu hakkı gaspetmektedir.
174. madde “Anayasanın hiçbir hükmü, … aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” diyerek inkılâp kanunlarını Anayasanın üstüne çıkarmakta ve böylece “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”a dayanarak anayasanın vazettiği temel bir hak kadük hale getirilmektedir.
Kanun açıkça “Seddedilmiş olan tekke veya zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya ayini tarikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya bunlara mahsus hidematı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdiile cezalandırılır.” diyerek Alevi, Sünni tasavvufi ekollerin ayinlerini yasaklayarak din ve vicdan hürriyetini Müslümanlar açısından açıkça ortadan kaldırmakta ve devlet kontrolündeki bir kurumun eline teslim etmektedir.
Dini devletten ne zaman ayıracağız?
Bu kanun geçmişte Sünni tarikatlar açısından büyük sıkıntılara sebep olsa da bugün fiiliyatta yok hükmündedir. Buna karşılık bu kanundan dolayı hala mağdur durumda bulunan Aleviler, Bektaşiler ve Nusayriler İslam’dan rahatsızlık duyan ve kendisini laik olarak niteleyen bazı çevrelerle birlikte bu kanunu anlaşılamaz bir şekilde savunmaktadır. Bu savunmanın arkasında cemaat ve tarikatlara özgürlük verilmesi halinde Türkiye’nin Afganistan’a döneceği ve Sünni tarikatların daha da kuvvetleneceği korkusu vardır.
İlginç bir şekilde tarikatların kâğıt üzerinde de olsa yasak sayılmaları psikolojik olarak bir güvenlik hissi yaratmakta ve bu kanunun bizzat asıl mağdurları tarafından savunulmasına yol açmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı yüz bine yakın cami içinde azımsanamayacak sayıda caminin tarikatlar ve cemaatler tarafından kullanıldığı bilinirken; bu durumun yasal zemine taşınarak cemaat ve tarikatlara serbestiyet tanınmasının tehlikeyi arttırmak bir yana azaltacağı gerçeği gözden kaçmaktadır. Yasal zemin içinde hareket eden organizasyonların takibinin yasa dışı yapılanmalara göre çok daha kolay olduğu bir gerçektir. Alevilerin büyük kısmı ve laikliği kendisine şiar edinen laikçi çevreler bu gerçeği maalesef ideolojik bağnazlık nedeniyle görememektedir.
Buna karşılık muhafazakâr çevrelerin önemli bir kısmı ise AKP iktidarı ile birlikte hukuki yasaklama ve dayatmalara karşı olan tepkilerini kaybederken 28 Şubat sürecinde bu kanunlara dayanılarak yaşatılan rezaletleri unuttukları görülüyor. Başbakanımız bile dini terbiye etmek ve devlet güdümüne sokmak için icat edilmiş DİB’nı benimseme ve devletin maaşlı imamlarından kanaat önderi olmalarını isteyecek derecede durumu içselleştirmiş görünmektedir.
Burada insanın aklına ister istemez Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası akla geliyor: Parayı veren düdüğü çalar. Yarın, AKP iktidardan düştüğünde bu kanaat önderlerinin tavrının dün olduğu gibi değişmeyeceği ve inananlar üzerinde bu kanunların demoklesin kılıcı gibi sallanmayacağının garantisini kim verebilir ki? Bu nedenle yeni Anayasa değişikliğinde bu konunun es geçilmemesi ve Başbakan’ın Araplara tavsiye ettiği laikliğin bir gereği olarak dini devletten bağımsızlaştıracak ve sivil alana terk edilmesini sağlayacak adımların atılması gerekiyor. Yeni Anayasa’da 174. madde benzeri bir maddeye kesinlikle izin verilmemelidir.
Din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili bölüm hiçbirin ya da mezhebe atıf bulunmaksızın istisnasız şekilde tüm inanç gruplarının önünü açacak ve meşruiyet kazanmasını sağlayacak şekilde olmalıdır.
Uluslararası belgeler ve AB anayasaları ve çeşitli STK’ların önerileri dikkate alındığında din ve vicdan hürriyeti ile ilgili bölümün aşağıdaki içeriğe yakın olması gerektiğini düşünmekteyim:
“Herkes din ve vicdan hürriyetine sahiptir. Hiç kimse dini inanç, düşünce, ritüel ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Bireylerin kanunlardan doğan hakları saklı kalmak kaydıyla, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile birlikte dini inançlarına göre istedikleri şekilde ibadet etme; örgütlenme, bireysel olarak veya toplu halde, dinini ve hayat görüşünü uygulama, öğretme ve yayma hakkı engellenemez.
Bu hakların kullanılmasında kanun, dini gruplara ait bina ve kapalı alanlar dışında, sağlığı korumak, trafik veya kargaşalara müdahale etmek veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için düzenlemeler yapabilir. Herkes, kendi dini ve felsefi inancı doğrultusunda eğitim alma ve verme, eğitim kurumları oluşturma ve müfredatını belirleme hakkına sahiptir. Bir dine ve inanca dayalı eğitim ve öğretim ile din kültürü ve ahlak öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.
Tarafsızlık ilkesi gereğince hiç kimse dini inanç, felsefi görüş ve kanaatinden dolayı kamu istihdamından ve hizmetlerinden mahrum bırakılamaz ve ayrıcalığa sahip olamaz. Bu güvence kamu hizmetlerinden yararlananlar için de geçerlidir. Vicdani ret bütün vatandaşlar için bir haktır. Hiç kimse, dini ve felsefi inanç ve tercihlerine aykırı kamu hizmetlerine zorlanamaz. Vicdani red hakkı kamu yükümlülüklerinde eşitlik ilkesine uygun olarak kullanılabilir.”
Önce vatandaşa güveneceksin
Yukarıdaki metinden anlaşılacağı üzere din ve inançla ilgili her türlü işin sivil alana terki DİB’nın durumunda değişmesini gerektirecektir. Türkiye’nin mevcut koşulları düşünüldüğünde yeni Anayasa’nın vesayetçi düzenin kurumlarından birisi olan DİB’nın durumunu ele alması, anayasal bir kurum olmaktan çıkararak bu kurumun inanan inanmayan herkes için kabul edilebilecek bir çizgiye çekilmesini sağlamalıdır. Böylece din üzerindeki devlet müdahalesi kaldırılırken din görevlileri de devlet ile akçeli işler içine girme ve emir kulu olma ayıbından kurtarılmalıdır.
Böyle bir düzenleme Türkiye’nin gerçek anlamda laikleşmesine ve dinin bir öcü olarak görülmemesine hizmet edecektir. Laikliğin bir gereği olarak herhangi bir dini inanca sahip olmayan ya da bir cemaate mensup olmak istemeyen bireylerden toplanan vergilerin rızaları dışında kullanılması engellenmelidir. Bugün olduğu gibi inananlar inanmayanlardan kendileri için alınarak haksız bir şekilde harcanan “haram” paraların kullanılması zilletinden kurtarılmalıdır.
Böyle bir düzenlemenin en ateşli savunucularının bizatihi samimi Müslümanlar olması gerektiği çok açık. Kendilerine sorulmadan alınan ve DİB eli ile Sünni İslam için harcanan paraları helal etmeyen milyonlarca insan varken, bu paraların kullanılmaya devam edilmesinin ne kadar ahlaki olduğu tartışmalıdır.
Bu topraklarda Selçuklulardan beri inananlar kendi dini işlerini devlete bırakmadan halledebilme becerisini göstermiştir ve bugün de bu beceriyi gösterebilecek olgunluğa sahiptir. Yeter ki devlet ve ülkeyi yönetenler vatandaşlarına güvenebilsin. Başta AKP ve CHP olmak üzere tüm siyasi partilerin bu yönde bir irade göstermeleri vatandaşlarına karşı bir borçtur. Tabii ki din her an el altında tutulması gereken bir güç olarak görülmüyorsa…
Star, 14.11.2011