İnsanlar değer taşıyan varlıklardır. Bilinçli de olsalar bilinçsiz de olsalar, belli değerlere uygun davranırlar. Değerler bir nesil içinde ortaya çıkmış olmadığı gibi bir nesle mahsus da değildir. Değerler nesilden nesile aktarılan sosyal, kültürel unsurlardır. Bu yüzden, sosyalleşme süreci aynı zamanda eski nesillerin yeni nesillere, yine bilinçli veya bilinçsiz, farkında olarak veya ol- mayarak, değer aktarma ve benimsetme sürecidir. Değerlerin mahiyeti, iyi mi yoksa kötü mü oldukları elbette tartışılabilir, ancak, insanın değer taşıyıcı ve değer nakledici bir varlık olduğu tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açık ve kuvvetli bir gerçektir.
Ortalama inananlar daha ziyade dinlerin (ibadet, dua gibi) amelî kısımlarına ilgi gösterirler, ama her din-dinî yorum kendi başına, değişik kapsama ve tutarlılık derecesiyle, bir değer sistemi teşkil eder. Bu yüzden, din eğitimi, ideoloji eğitimi gibi, değer eğitiminin bir parçasıdır. Her geniş toplum, tabiatı gereği, bir çoğulcu toplumdur ve bu tür toplumlarda bir çoklu değer eğitimi süreci biteviye işler. Değer eğitiminin parçası olarak din eğitiminde iki durumda problem ortaya çıkar: Özgürlük alanı daraltılarak din eğitimi imkânsız kılındığında ve din eğitimi merkeziyetçi ve zorunlu bir sisteme bağlandığında.
Açıktır ki, bu yanlışların her ikisini de yapma gücüne sahip olan beşerî kurum devlettir. Devletler dinlere cephe alarak din eğitimini toplumsal hayattan silmeye kalkışabilir. Bu, Fransız İhtilâli”nin doğmasına büyük katkıda bulunduğu ve Sovyetler Birliği”nde geniş ölçüde pratiğe aktarılan bir anlayıştır. Devletlerin dini ve din eğitimini toplumsal hayattan silme teşebbüsü elbette dinin yok olabileceği ve din eğitiminin sıfırlanabileceği anlamına gelmez. Olacak olan din eğitiminin görünür olmaktan çıkması ve yer altına kaymasıdır. Kimse yasaklandı diye dininden kaçmaz. Aileler din yasaklandı diye din eğitiminden vazgeçmez. Yeni yol ve yöntemler bularak din eğitimini gerçekleştirmeye çalışır. Örneğin, Orlanda Figes”in “Karanlıkta Fısıldaşanlar” adlı büyük eserinden öğreniyoruz ki, ateizmi devlet dini olarak topluma dayatan Sovyetler Birliği”nde nineler geleneksel din eğitiminde, yani dinî inanç ve değerlerin çocuklara aktarılmasında, ana araç olma fonksiyonunu üstlendi. Türkiye”de de din eğitimine yasak getirilen tek parti diktatörlüğü döneminde bugün Süleymancılar adıyla anılan dinî grubun öncüsü Süleyman Hilmi Tunahan”ın çocuklara ve gençlere Kur”an öğretmek için akla hayale gelmedik yollar kullanarak bir nesil yetiştirdiğini biliyoruz.
Din eğitimi bakımından devletin düşebileceği ikinci hata, din eğitimini zorunlu ve merkeziyetçi hâle getirip kendi üzerine almasıdır. Bu birkaç sebeple yanlıştır. İlk olarak, merkeziyetçi ve zorunlu eğitim standardize edilmek zorunda olduğu için, din eğitimi sonunda egemen dinin veya dinî yorumun eğitimine dönüşür. İkinci olarak, devlet güdümünde zorunlu ve merkeziyetçi din eğitimi, egemen dinin bile çarpıtılmasına yol açar. Bu yüzden, kendi dininin eğitiminin yapıldığını bilenler bile din eğitiminden tatminsizlik ve memnuniyetsizlik duyar. Üçüncü olarak, din eğitimi dini ve din eğitimi yapanları önemli ölçüde devletleştirir. Din yaşamak ve nakledilmek için devlete esir düşmüş olur.
Son zamanlarda yapılan tartışmalarda bu noktalara dikkat edilmemesi çok hatalı yorumların yapılmasına yol açıyor. En vahimi zorunlu, merkeziyetçi, devlet güdümlü din dersi ile din eğitiminin birbirine karıştırılması. Zorunlu din dersine karşı çıkmak din eğitimine karşı çıkmak anlamına gelmez. İnsan haklarına inanan hiç kimse din eğitiminin yok edilmesini, dindarların dine dayalı eğitim faaliyetleri sürdürmesinin engellenmesini savunamaz, buna yönelik teşebbüsleri meşru göremez. Ancak, özgürlüğe ve herkesin eşit vatandaş olduğuna inananların özgürlüğün din eğitimini de kapsamasını ve din eğitiminin devlete değil çoğul toplumun unsurlarına bırakılmasını istemekten kaçınacağı da düşünülemez.
Başbakan A. Davutoğlu”nun Marksist olmayanların bile Marksizm”i bilmesinin gerekmesi gibi ateistlerin dahi dini bilmesi gerektiği mealindeki sözleri ise doğrular kadar yanlışlar ve eksikleri içeriyor. Bu iddia, meselâ, toplumla ilgili kapsayıcı sosyolojik-kültürel analizler yapmaya kalkan insanlar (yani aydınlar) için doğru olabilir, ancak ortalama insanlar için anlamsızdır. Ayrıca, bu söz, entelektüeller için doğru olsa bile, zorunlu din dersini meşrulaştırmaz. Çünkü, öğrenmenin her hâlükârda gönüllü olması gerekir.
Bu uzun tartışmayla ilgili görüşüm kısaca şudur: Din eğitimi devletin tekelinden çıkartılmalı ve topluma bırakılmalıdır. Devlet, dinler ve dinî yorumlar arasında hiçbir ayrım yapmadan, din eğitimi yapmak isteyen tüm grupları kamusal imkân ve araçlardan eşit şekilde yararlandırmalıdır.
30.09.2014, Yeni Şafak