Diktatörlük modern bir fenomen. Modern diktatörlükler öncesinde de insanlara ağır baskı ve zulüm uygulayan siyasî yapıların var olduğuna kuşku yok. Ancak, onların, baskı, tahakküm ve zulmün boyutları, araçları, fikrî ve felsefî temelleri bakımından modern diktatörlüklerle karşılaştırılması çoğu zaman anlamsız ve modern diktatörlüklerin gerçek mahiyetini kavramaya mani olacak yanılgılara ve benzetmelere yol açabilecek bir çaba. Bu yüzden, modern diktatörlükler kendi başına ele alınmayı fazlasıyla hak ediyor.
20. Yüzyıl’ın bir modern diktatörlükler çağı olduğu söylenebilir. Bu diktatörlükler genellikle sosyalist, nasyonal sosyalist ve faşist renklerle boy gösterdi. Modern diktatörlükleri anlayabilmek için birkaç noktanın altı çizilmeli.
İlk olarak, sol ve sağ otoriteryen rejimlerle modern diktatörlükler birbirine karıştırılmamalı. Siyasetin doğasında otoriteryen bir yön vardır ve en köklü ve istikrarlı demokrasilerde dahi zaman zaman ve alan alan otoriter eğilim ve uygulamalar vücut bulabilir. Diktatörlüklerdeki otoriteryenizmin bu tür otoriteryenizmle kıyaslanması mümkün ve doğru değildir. İkisi arasındaki ayrımı görebilmek için diktatörlüklerdeki otoriteryenizmin kurumsallaştığını, kapsayacağı insan sayısı bakımından kitlevî olduğunu ve basit otoriteryenizmden farklı olarak -en azından kendince- güçlü ve tutarlı bir felsefeye dayandığını hatırda tutmak gerekir. Siyaset bilimindeki otoriteryenizm – totaliteryenizm kavramsallaştırması açısından bakarsak modern diktatörlükler totaliteryenizm başlığı altına girer.
İkinci olarak diktatörlük dinî de olabilir seküler de. Başka bir deyişle, sadece dinî veya sadece seküler çizginin modern diktatörlük yaratabileceğini, tersinden bakarsak dinî yaklaşımın veya seküler-laik yaklaşımın diktatörlük yaratamayacağını öne sürmek yanlış. Özellikle Hristiyan reformasyon hareketinden önceki ve sonraki çeşitli dinî kökenli ve amaçlı diktatörlük uygulamaları hakkında çok sayıda çalışma var. Bugünün İslâm dünyasında da (İran gibi) dinsel nitelikli tahakküm rejimleri mevcut ve dinsel diktatörlük kurma peşinde koşan ‘sivil’ oluşumlar da hiç eksik değil. Ancak, 20. Yüzyıl’a damga vuran, rengini veren diktatörlükler seküler-laik Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sı. Bu bize gerek dinsel gerekse seküler-laik yaklaşımların yerine göre diktatörlüklerin kurulmasına da diktatörlüklerin doğmasının engellenmesine de katkı yapabileceğini gösteriyor.
Yirminci Yüzyıl, tekrar ifade edelim, modern diktatörlükler çağıydı. Bu diktatörlüklerin kurulmasına, yükselmesine ve çökmesine tanıklık etti. Özellikle önemli olan, çeşitli yönlerden birbirine ilham veren ve birbirine düşman olan sosyalist-komünist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Nasyonal Sosyalist (Nazi) Almanya idi. Her iki rejim de bir tür sosyalizmi benimseyen, yeni bir insan ve toplum yaratma peşinde koşarken icraatlarında insanî, ahlâkî hiçbir sınır tanımayan rejimlerdi. Her ikisi de milyonlarca insanın hayatını acımasız yöntemlerle harcadı. Ülkelerinin sakinlerini, hatta başka ülkelerde yaşayan insanları terörize etti. Terör, halk tabakaları yanında elitleri, ideolojik hasımlar yanında ideolojik ortakları, Sovyet Komünist Partisiyle Alman Nazi Partisine üye olmayanlar yanında üyeleri, hatta en tepeler dâhil partinin çeşitli kademelerinde idareci olanları da kapsadı. Kurumsallaşmış dinler ve din adamları yanında seküler tipler, ateistler de terörden nasiplendirildi. Bu diktatörlüklerin kimlere, niçin, nasıl zulmettiği ilgili çalışmalarda ayrıntılı biçimde detaylandırılmış ve belgelendirilmiş durumda. Bu yazıda beni ilgilendiren mesele ise, genel insanî ahlâk ölçüleri ve değerleri açısından gayri ahlâkî sayılan bu icraatları bu diktatörlüklerin nasıl meşrulaştırdığı. Başka bir deyişle, 20. Yüzyıl’ın bu korkunç diktatörlüklerinin ‘ahlâki evren’i.
Bu konuyu yetkin bir şekilde ele alan bir çalışma Richard Overy’nin Hitler ve Almanya’sı Stalin ve Rusya’sı (çev. Ceren Günger, Erko Yayıncılık, 2004) adıyla yayınlanan kitabı. Overy’ye göre cevap basit: İki rejim de haklı olduğunu düşünüyordu. Haklı olduğu için de idare ettiği nüfusa uyguladığı korkunç zulümleri ve işlediği ağır insan hakkı ihlâllerini bir suç ya da bir yanlışlık olarak görmüyordu. Başka bir deyişle, Stalin diktatörlüğü ile Hitler diktatörlüğü idareleri altında olan insanlar arasındaki ahlâk sistemlerini büyük ölçüde reddetmiş ve ayrı bir ‘ahlâk evreni’ kurmuştu.
David Hume’dan beridir hiçbir iktidarın sadece güce dayanamayacağını, ayakta kalabilmek için bir meşruiyete sahip olması gerektiğini görebiliyoruz. Tarihî tecrübe de bunu gösteriyor. Stalin ve Hitler de bu hususun farkındaydı. “Değerlerini kuvvetlendirmek için yalnızca sert bir zorlayıcı gücün varlığına güvenmiyorlar, bunun yanında meşruluk ve ahlâkî değer üzerindeki iddialarını tehlikeye atan diğer ahlâkî değerlerle doğrudan çekişiyorlardı. Bu ahlâkî çekişmenin en açık örnekleri, rejimlerin örgütlü dinlere ve hukuka karşı takındıkları tavırlarda bulunabilir. Her iki kurum da diktatörlükten çok daha önce var olan ahlâkî geleneklere dayanıyordu; her iki kurum da sistemlerin yırtıcı ideolojisinin dışında kalmak isteyenler için ahlâkî bir çevre veya ahlâkî bir referans çerçevesi öneriyordu. Diktatörlüğün ahlâkî düzlemi bir ilgisizlik olmaktan çok, adaletin ve ahlâkiliğin değişen yorumları arasındaki bir savaş alanıydı.”
Yine başka bir ifadeyle, söz konusu diktatörlükler mevcut ahlâka karşı ilgisiz, kayıtsız kalmadı, onun yerine yeni bir ahlâk sistemi yerleştirmek istedi. Bunun için ahlâkî normların evrensel, doğal veya Tanrısal tecellinin mahsulü olduğunu reddetti. Onların ahlâkî evreni mutlak ahlâkî değerler üzerine değil, tarihsel koşullardan kaynaklanan göreceli değerler üzerine kuruluydu. Stalin ve adamları Marx’ın izinden giderek tüm düşünce sistemlerini Marx’ın, Hegel’in fikirlerini alt üst ederek geliştirdiği, diyalektik materyalizme dayandırıyordu. Tek değişmez gerçek değişmeydi ve toplumsal değişim tabiat kanunlarına benzer bilimsel kanunlar tarafından idare edilmekteydi. Tarihte kaza olmazdı. Tarih sosyalist ve komünist toplum aşamasına doğru akıyordu. Bu mutlak gelişim kanunları sosyalist devrime karşı konulamaz bir meşruluk havası kazandırıyordu. Bu çerçevede Rus sosyalistleri-komünistleri tarihin en ileri aşamasını temsil etmesi sebebiyle sosyalist toplumu gelmiş geçmiş tüm toplumlardan daha üstün görmekteydi. Yeni toplum için mücadele yeni ahlâk kodları gerektirirdi. Lenin’e göre ilk sosyalist devlet Sovyetler Birliği’nin ahlâkı proleteryanın tarihsel mücadelesiyle doğmuş ve belirlenmişti. Lenin’in ahlâk ölçüsüne göre, “sınıf mücadelesinin çıkarlarına hizmet eden her şey ahlâkiydi.” Bir bütün olarak bu ahlâkı yaratacak ve koruyacak olan, Stalin tarafından ısrarla vurgulandığı üzere, partiydi. Stalin uygun bir politik terfi aracı olarak gördüğü Lenin’in mirasının tek sahibi olmayı önce etrafına sonra tüm ülkeye kabul ettirdi. Bu, nihayetinde, parti, daha doğrusu Stalin, ne yaparsa yapsın o ahlâka uygundur anlamına geliyordu.
Hitler, tarihin motoru olarak, Marksistler gibi sınıf çatışmasını değil, ırklar savaşını gördü. Böylece bir ırk sosyalizmi geliştirdi. Ona göre insanlık ırklara bölünmüştü. Doğa ‘yüksek’ bir ırk ile ‘düşük’ bir ırkın harmanlanmasına izin vermemekteydi. Bir bütün olarak Alman halkı (Ari ırk) diğer ırklara, özellikle de Yahudi ırkına karşı bir hayat mücadelesi vermekteydi. Bu mücadelenin gerektirdiği her şeyi yapma hakkına sahipti. Mücadele sadece diğer ırklara değil, Alman halkının kendisine de yönelikti. Engelli, akıl hastası Almanlar da, rehabilite edilmelerinin mümkün görülmediği durumlarda fiziken elimine edildi, yani öldürüldü. Nazilerin gazla insan öldürme uygulaması önce 80 bin Alman üzerinde denenerek geliştirildi. Hitler de Stalin gibi kurumsal dinle mücadeleye girdi, fakat Rus sosyalistlerinden farklı olarak kurumsal dini tamamen tasfiye etmek yerine kontrol altına ve yedeğine alıp nasyonal sosyalist hareketin hizmetine koşmaya çalıştı.
R. Overy’nin sözleriyle konuyu bağlayalım: “Her iki durumda da diktatörlük yalnızca sübjektif faktörlerle (örneğin güçlü adamların hırsıyla) değil, doğanın ve tarihin objektif kanunlarıyla meşrulaştırılmıştı. Sonuç, rejimleri ve temsilcilerini yaptıklarından ötürü doğrudan sorumlu tutulmaktan kurtaran ahlâkî bir boşluktu. Yeni ahlâkî düzeni üretenin ve insan davranışını yönetenin insanî bir kapris değil, biyolojik veya tarihsel gerçeklikler olduğu iddia edilebilir, hatta edilmiştir. Bu tarihsel güçler Stalin’in ‘otantik bilgi’ veya ‘objektif doğru’ olarak isimlendirdiği veya Hitler’in ‘Doğa’nın katılığı veya değişmez kanunları’ olarak tarif ettiği kavramın kaynağıydı.” Yani sosyalizm ve Nazizm ahlâkî objektif bir zorunluluktu ve bu ahlâk en büyük ahlâksızlıkların işlenmesini meşrulaştırmak için kullanıldı.
Her kim ve hangi dünya görüşü-ideoloji toplumlardaki geleneksel ahlâk kodlarını reddedip başka bir ahlâkı onun yerine ikame etmeye çalışıyorsa ona karşı uyanık olmak lazım. Farklı bir ahlâk evreni yaratmaya kalkışmak Tanrı rolüne soyunarak insanı ve toplumu yeniden yaratmaya kalkışmak demektir. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak cinayet, katliam, zulüm ve tahakküm olacaktır.