Dünya üzerinde yaşamlarını idame ettiren halkların, ülkelerindeki iktidarların ekonomik, sosyal ya da kültürel politikalarına karşı eskiye göre daha hoşnutsuz ve huzursuz bir görünüm sergilediklerini dünya basınından takip edebilmekteyiz. Kuşkusuz bunun görünür kılınmasında teknolojik gelişmeler ve dijital yenilikler de etkilidir. İktidar kaynaklı sorunlar, ekonomik sıkıntılar, özgür ve adil bir ortamın olmayışı ya da eskiye oranla görece daha az oluşu insanları bir çıkış yolu bulmaya itmektedir. Apolitik insanlar hariçte tutulursa siyasetle az çok ilgili veya ilişkili insanlar bir takım çıkış yollarının mevcudiyetini ortaya koymaktadırlar. Düzenin toptan inkârı türünden anarşist tepkiler ile ani ve keskin bir darbe ile yönetimi ele geçirip üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, devletin sistematik bir şekilde tasfiyesini ve sınıfsız bir toplumu öngören komünist tepkiler yanında; devletin görevinin dahilî ve haricî savunma ile özgürlüklerin korunması noktasında sınırlandırılmasını salık veren liberal tepkiler ile aile ve geleneklere ayrı bir önem atfeden, radikal ve ani dönüşümlere karşı içselleştirilmiş tedricî değişimleri savunan muhafazakâr tepkiler bu türden çıkış yolları olarak görülebilir. Bu çıkış yollarının hemen hepsinden alınacak öğretiler vardır. Ancak bu yollar içerisinde -sosyo-kültürel yapımız da göz önünde bulundurulursa- ülkemizdeki değişim, dönüşüm ve huzur ikliminin yaratılmasını sağlamak, ekonomik ve teknolojik açıdan refah düzenini tesis etmek sanırım muhafazakâr düşünce sisteminin pratikleri ile mümkün olabilecektir.
Nedir bu muhafazakârlık peki? Birçok ideoloji gibi (her ne kadar kökü daha eskiye götürülebilse de) muhafazakârlık da 18.yüzyılda entellektüel alt yapısını oluşturmuştur diyebiliriz. Hatta ideolojinin olgunlaşmasında üç aşamadan da bahsedebiliriz. Bunları birer kopuş olarak nitelendirirsek, Aydınlanma ile felsefî kopuş; Sanayi Devrimi ile sosyolojik kopuş ve Fransız Devrimi ile de siyasî kopuş gerçekleşmiştir. Komünizm, sosyalizm ya da faşizm gibi diğer ideolojiler katı ve sert bir ideoloji değildir, muhafazakârlık (esasen bu yazıda esas alınan Anglo-Sakson muhafazakârlığıdır). O aslında bazılarına göre ideoloji bile değil bir “düşünce tarzı”dır. Ancak hangisini ele alırsak alalım klasik anlamda muhafazakârlık önemli birkaç özellik barındırmaktadır. Bunlar, tecrübeye rasyonel akıldan daha fazla güven, tedricî değişim, otoritenin varlığını meşru ve önemli görmekle beraber ara kurum olarak nitelendirilen aile ve geleneğin her türlü uygunsuz müdahaleden korunmasıdır. Aydınlanmanın oluşturduğu ortam geleneklerin, tecrübe ve kadim bilgilerin çok hızlı ve düşünmeden terkedilmesine, rasyonalitenin, salt insan aklının öne çıkarılmasına ve bir nevi insanın tanrılaştırılmasına neden olmuştur. Edip Cansever’in bir sözü vardır; “Hepimiz Tanrı Kaldık. Kimse Mutluyum Demesin.” Evet herkes akılda tanrılaşmıştı. Oysa Edmund Burke, “insanın değil insan türünün bilgeliğinden” bahseder. Bu da kadim bilginin ve tecrübenin yardımıyla olur. Aynı şekilde muhafazakâr düşüncenin ikinci dalgasını oluşturan sanayi devrimi de toplumları parçalamış, aileler göç etmek ve çok az bir ödenekle geçinmek zorunda kalmışlardır.
İnsan duygu ve düşünce dünyasında, yaşam şeklinde önemli değişiklikler yaratan bu durumu anlayabilmek için Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’ne ve Stevenson’un Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ına bakmak kâfi olacaktır. Aynı şekilde Fransız Devrimi monarşilerin altına dinamit koymuş, tedricî olarak değil dinamik ve radikal olarak düzeni değiştirmiştir. Hatta öyle bir hal almıştır ki, insanların aileleri, devletin maddi ve manevi birikimi, toplumsal denge ve inançlar ve benzeri hususlar hiç hesaba katılmadan yüzbinlerce kişi canından olmuştur. Gerek Vendée Savaşı’nda gerekse de Robespierre ve diğer Jakobenlerin uygulamalarında görebileceğimiz bu feci durum geleneğin savunucusu olan muhafazakârları oldukça tedirgin etmiştir. Hatta 1688 İngiliz Şanlı Devrimi’ni savunan Edmund Burke bu durumu şaşkınlıkla izlemiş ve devrime Thomas Paine’in ısrarlarına rağmen taraftar olmamıştır. Devrimin mahiyetini anlamak için diğer bir ipucu ise Thomas Jefferson’un şu cümlesinde saklıdır: “Kraliçe olmasaydı, devrim de olmazdı”. Koca bir gelenek bu sebepten yıkılmıştı. Devrimden önce Fransa’da 64 dil, lehçe ve ağzın konuşulduğu varsayılırken, devrimle birlikte tek dil oluşturulmuştur.
Benzer durumları tarihimizde de görebildiğimiz (Cumhuriyetin ilk devrimleri, 1930’lardaki Güneş Dil Teorisi ve daha birçokları) bu radikal değişime dair uygulamalara karşı muhafazakârlar oldukça ihtiyatlıdırlar. İşte farklı farklı ülkelerdeki devletlerin neden olabileceği bu durumlar muhafazakârlara devletin sınırlarını belirlemede birtakım kriterlerin olmasını savundurmuştur. Evet tarihsel köken olarak otorite meşru hatta hoş görülmüş ancak şüphe de uyandırmıştır. Özellikle tarihsel tecrübe ve birikimin aktarıcısı olan aile ve gelenek gibi ara kurumların zarar görmesi, radikal bir değişimle ters düz edilmesi engellenmek istenmiştir. Devletlerin tarihi insanlığın tarihinden kısadır. Bu sebeple toplumsal devamlılığı sağlayan devletler değil insanlardır. Yani bu ara kurumlardır. Muhafazakârlar “muhafaza eder” ama muhafaza edilmeyi hak eden şeyleri muhafaza eder. Bu açıdan düşünce içerisinde aile ve gelenek muhafaza edilmesi gereken önemli kurumlardır. Peki kötü gelenekler yok mudur? Onlar da muhafaza edilmeli midir? Burada aslında birtakım kriterler bizlere yol gösterici olmaktadır: Uzun süre denenmiş olması ve sonuçları itibariyle de olumsuz bir netice vermeyecek davranışlar toplumsal kabul ile geleneğe dönüşmektedir. Bizlerin dikkate alması gereken gelenekler de bunlardır.
Şüphesiz her şey gibi insanlar ve insanların bir araya gelerek oluşturdukları toplumsal gruplar, ürettikleri kültür ve gelenekler de değişime tabidir. Zamanın dondurulması mümkün değildir. Bu yüzden muhafazakârlar değişime karşı değillerdir. Değişimi, yenilikleri, gelişimi kabul etmekle beraber bunların tedricî olarak gerçekleşmesi ya da gerçekleştirilmesi gerektiğini savunurlar. Bu hususta (klasik) liberaller de muhafazakârlar ile benzer düşüncelere sahiptir denebilir. Bu anlamda bu ara kurumlara müdahale edilmemesi (radikal ve uygunsuz şekilde) muhafazakârların devlete karşı beklentilerini de oluşturan en önemli husustur denebilir. Türkiye toplumunun içinde yaşamayı daha fazla isteyebileceği bir iklimin vücuda getirilmesi, ekonomik, teknolojik ve toplumsal terakkiyatın sağlanması, pekâlâ tedricî bir değişimle ve içselleştirilerek mümkün olabilecektir.