Türkiye hızlı bir siyasi değişimden geçiyor. Ülkede demokratik siyasetin kodları yeniden tanımlanıyor. Halkın büyük çoğunluğu tarafından onaylanarak yürürlüğe giren 26 maddelik Anayasa değişikliğinin etkisi, yalnızca Türkiye’deki demokratik siyasetin anayasal çerçevesini genişletmek ve güçler arası ilişkileri yeniden tanımlamakla sınırlı değil. 13 Eylül sabahından bu yana somut şekilde gözlendiği üzere ülkemizdeki etkin siyasi aktörlerin kullandığı dil ve üslup da değişti. Yüzde 58’lik evet oyu, referandum sürecinde en sert “hayırcı” söylemi kullanan muhalefet partilerini bile yumuşattı. Son bir aydır başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, CHP lideri Kılıçdaroğlu ve hatta MHP lideri Bahçeli dahi çok daha yumuşak ve özenli bir siyasi dil kullanmaya başladı. Başbakan’ın 12 Eylül akşamı yaptığı konuşmada kullandığı uzlaşmacı siyaset dili yeni Türkiye’nin ilk işareti olarak algılandı. Bir anda ülkede yıllardır tartışılan ama bir türlü çözülemeyen Kürt sorunu, yeni anayasa ve başörtülü öğrencilerin eğitim hakkı gibi sıcak gündem maddeleri gerçek muhataplarınca tartışılmaya başlandı.
Siyasetin değişen dili
Huntington, Fukuyama ve Diamond gibi demokrasi kuramcılarının da sıklıkla vurguladıkları gibi, demokratikleşme sürecinde bir ülkenin anayasal kurumlarını değiştirmek ve bir ölçüde sosyo-ekonomik gelişmelere müdahale etmek nispeten kolay bir iştir. Zor olan şey ise demokratik süreçte rol oynayan tüm aktörlerin düşünce biçimlerini, zihinsel haritalarını ve siyasi tutum ve davranışlarını demokratikleştirebilmektir. Przeworski’nin ünlü sözüyle demokrasi ancak “kasabadaki tek oyun” haline gelince gerçekten yerleşmiş sayılır. Bunun anlamı, ülkedeki tüm etkin siyasi aktörlerin iktidar oyununu demokratik kurallara göre oynamayı ve sorunların hile ve şiddet kullanılmadan müzakere ve diyalog yoluyla çözülmesinin kabul edilmesi demektir. Örneğin başörtüsünü de konuşalım denildiğinde ülkedeki anamuhalafet partisinin ordunun özel rolünü hatırlatmaması ve konuşmayı kabul etmesi; ülkedeki medyanın “411 el kaosa kalktı” diye başlık atmak yerine özgürlükleri savunması; teyakkuzda bekleyen yargıçların mahkemeleri resmi ideolojinin bekçisi olarak değil insan haklarını geliştirmenin bir aracı olarak kullanmaları demektir. Türkiye’de demokrasinin henüz bu derecede derinleştiğini söylemek zor. Ancak hikmeti kendinden menkul bazı devletlûlar hala 12 Eylül’deki demokratik depreminin ne anlama geldiğini okumakta zorlansalar da, İshak Alaton’dan, Ümit Boyner’e hatta İmralı’ya kadar pek çok aktörün yeni dönemdeki Türkiye siyasetinin psikolojik zeminine hızla intibak ettikleri gözleniyor.
Eski siyasi alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler artık kolay bir oyun sahası bulamayacak. Medyada, yargıda ve en önemlisi de silahlı bürokrasi içinden müttefikler bulmak zorlaşacak. Muhayyel irtica tehditlerine karşı sözde kuvay-ı milliye taburları kurulamayacak. İktidar oyunu tam bir rekabet içinde geçecek. Darbecileri koruyan Anayasal dayanakların ortadan kalkması, darbeye teşebbüs edenlerin ve cunta meraklılarının sivil mahkemelerde yargılanacak olması ve daha önemlisi 12 Eylül 2010’da tecelli eden halk iradesi demokratik oyunun kuralları dışına çıkanları hizaya getirmeye yetecektir. Şu denilebilir: Türkiye’de yeni dönemde hiç olmadığı kadar sivil siyasetin önü açılmış, siyaset dışı aktörlerin siyasal alana müdahale imkânı daralmıştır. New York Times yazarı Thomas Friedman’ın kitabının başlığından ilham alarak şu söylenebilir ki, Türkiye’de siyasetin alanı artık “düz”dür. Başarının yolu ise liyakat sahibi olmak, toplumu ve dünyayı tanımak, daha sıkı çalışmak ve rasyonel hareket etmektir.
Yeni Türkiye’nin kodları
Aslında bu yeni kurallar, Türkiye’de siyasetin değişen toplumsal tabanından kaynaklanmaktadır. Yeni Türkiye’de siyasette karizma ve lider kültü değil, rasyonel liderlik tipi ve ekip ruhu ön plana geçecektir. Yüzde 75 oranında şehirleşmiş, eğitim düzeyi yükselmiş, kişi başına ortalama geliri 10 bin doları aşmış, 40 milyon cep telefonu abonesine ulaşmış, milli gelirinin yüzde 50’sini dış dünya ile kurulan sağlıklı ticari ilişkilerden kazanan bir ülkede yaşıyoruz. Dindarlık artıyor yaygarası da boşuna. ‘Mahalle baskısı’na en başta modern muhafazakâr kesim karşı çıkıyor. Eğitimli İslamcılar arasında eskiden çok doğal olarak görülen “haydi cemaatle namaz kılalım” demek dahi artık pek nazik bir davranış biçimi olarak algılanmıyor. Toplumun muhafazakârlaştığını söyleyenler, değişen tek şeyin şehirleşen toplumumuzda dindarların kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmesinden ibaret olduğunu anlamakta zorlananlardır. Gerçekte Türkiye’de dindarlar giderek bireyselleşiyor. Muhafazakâr kesimdeki iş ilişkileri ve MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşların Türk halkını daha fazla İslamlaştırmak ve yeni kuran kursları ve imam-hatip okulları açmak gibi bir gündemi yok. Bu tür STK’lar bireysel anlamda dindar olan ama ticaret ve iş ilişkilerini dayanışma yoluyla daha fazla geliştirmek ve daha fazla sermaye ve kar peşinde koşan profesyonel girişimcilerdir. Hepsi de küreselleşen piyasa koşullarında üretim ve ticaret yapmaktadırlar. Bunların AK Parti’yle olan ilişkileri ideolojiden çok, sekiz yıllık iktidar döneminde Anadolu sermayesine sunulan iş imkânlarının genişlemesi ve dış pazarlarda artan paylarıyla açıklamak gerekir. TÜSİAD’ı rahatsız eden ve referandum sürecinde “bitaraf” olmaya iten gerçek neden de işte burada yatmaktadır.
Çözüm dışında tüm yollar kapalı
Ancak şimdi TSK, Ergenekon Davası ve son Anayasa değişikliği ile siyasi denklemden çıktığına göre, TÜSİAD gibi sermeye grupları da, PKK gibi tedhiş yöntemini benimsemiş aktörler de normalleşmek durumunda. Cumhurbaşkanı’nın Meclis konuşmasında değindiği üzere artık “daha fazla demokrasi, daha fazla siyaset ve çoğulculuk ortak paydalarında buluşulması gerekir. Bunun dışında kalan bütün yollar tükenmiştir.” Esasen şimdiye kadar Kürt sorununun çözülmesinin önündeki en büyük engel Türkiye’de Kürt sorununa güvenlikçi-militarist bir perspektiften bakılmış olmasıdır. Soruna siyaseten çözüm arayan aktörler ya dışlanmış ya da tasfiye edilmiştir (Özal ve Bitlis paşa gibi). PKK da şimdiye kadar devletin içindeki otoriter yapının reflekslerini çok iyi kullanarak ayakta kalabilmiştir. Bugün Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve STK’ları ile Kürt sorununun siyasi çözümünü savunan bir liderlik kadrosu ve çözüm iradesine destek veren yüzde 58’lik bir halk desteği vardır. Hiç olmadığı kadar lehimize olan uluslararası güç dengelerini de kullanarak PKK’nın silahsızlandırılması ve Kürt sorununun Öcalan ile veya onsuz bir siyasi çözüme kavuşturulması mümkündür ve bu sorun çözülecektir.
Özetle Türkiye çok kritik bir dönemeçten geçiyor. Özgürlükçü bir demokrasi mi yoksa otoriter bir yönetim mi sorusuna yönelik iç mücadelede son referandumla birlikte kritik eşit aşılmış ve Türkiye demokratik konsolidasyon sürecini tamamlama evresine girmiştir. Siyasi liderlerin üslupları eğer yaklaşan seçim öncesinde yalancı bir bahar havasının geçici esintileri değilse, Türkiye’de 1920’li şartlardaki ülke ve dünya koşullarında oluşturulan devletin siyasi aklı yeniden tanımlanmaktadır. Yönümüz doğru, ama işimiz zordur. Bu süreçte yalnızca siyasi liderlerin ve Cumhurbaşkanının öncülük etmesi yeterli değildir. Özgürlükçü ve rekabetçi siyasetin yerleşmesi için STK’lara, medyaya ve üniversitelerdeki entelektüellere daha büyük görev düşmektedir. Zira siyasi paradigmanın değişmesi ve geniş toplum kesimlerince içselleştirilmesi tam da buna bağlıdır.
Açık Görüş, 05.10.2010