Devletin eğitimdeki tahakkümü normal mi?

Kısaca 4+4+4 diye bilinen ve mecburi eğitimi daha uzun süreli ve üç (hatta anaokuluyla beraber dört) kademeli hale getirmeyi hedefleyen kanun teklifi vesilesiyle yoğunlaşan eğitimle ilgili tartışmalarda devletin eğitimdeki yerinin neredeyse hiç sorgulanmaması dikkatinizi çekiyor mu?

Küçük büyük bütün taraflar arasında eğitimin devlet tekelinde, mecburî ve merkeziyetçi olmasının normalliği-gerekliliği üzerinde bir mutabakat var. Siyasi ve ideolojik yelpazenin hemen hemen bütün renkleri bunda hemfikir. Eğitim sendikaları da -Özgür Eğitim-Sen’in kısmi muhalefeti hariç- aynı görüşte. Başka bir deyişle memleketimizde ender görülen bir uyum, eğitim alanında boy göstermekte. Kimse “devlet niçin eğitim işlerine bu kadar geniş ve derinlemesine müdahil oluyor” diye sual etmiyor. İhtilaf, devletin kurması ve işletmesi gereken en iyi eğitim sisteminin hangisi olacağı hakkında. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bünyesinde muazzam bir sosyal (etnik, kültürel, dini, sosyal, ekonomik, ideolojik, yeteneksel ve ilgisel) çeşitlilik barındıran ülkemizde herkesi mutluluğa ulaştıracak ve tatmin edecek bir sistem önerisi yapılamıyor, yapılamayacak ve yapılamaz. Bu, abartılı bir benzetmeyle, ayak numaralarındaki farklılıkları görmezden gelerek, herkese, mesela, 40 numara ayakkabı giydirmeye çalışmaya benziyor.

Eğitim meselesi, daha önceki yazılarımda da vurguladığım üzere, sadece bizde değil, dünyanın her yerinde önemli ve ihtilaflı. Onu önemseme derecesi, galiba, yaş ilerledikçe artıyor. Örneğin, 20. yüzyılın en büyük iktisatçılarından Milton Friedman, son yıllarında eğitime kelimenin gerçek anlamında “takmıştı”. Servetinin önemli bir bölümünü, kurduğu bir vakıf üzerinden eğitim işlerinin incelenip tartışılmasına ayırdı. Friedman, eğitim sistemi ıslah edilmezse ABD’nin çökeceğini düşünmekteydi. Oysa, o bunları yazdığından bu yana, Amerika çok gelişti ve bilişim sektöründe muazzam sanal ürünler oluşturan ve bunları pazarlayarak dev şirketler kuran genç ve eğitimden fazla nasiplenmemiş insanlar çıktı. Friedman, en azından, abartmıştı.

Eğitimin tamamen önemsiz olduğu elbette söylenemez. Bir önemi var. Özellikle bu sektörde ekmek yiyenlerin onun ehemmiyetini devamlı vurgulaması ve eğitimle ilgili kararlarda yetkinin kendilerinde olması talebiyle ortaya çıkması, hayli komik de olsa, anlaşılabilir bir durum. Ancak, eğitim ne sanıldığı kadar önemli ne de sadece formel okul yapılanmasıyla sınırlı. Belki de, bütün devlet okullarını kapatsak fazla bir kaybımız olmazdı. Ne yazık ki, bunu test edebilecek durumda değiliz. Zira, son 150 sene içinde devletlerin eğitimin her yönüyle patronu olması fikir ve uygulama olarak itiraz edilemeyecek ve itiraz edenlere neredeyse “deli” gözüyle bakılmasına yol açacak yaygınlık ve kuvvete ulaştı. O yüzden, benim gibi ortak yanlışlara karşı hassas kimseler çok dikkatli yazıp konuşmak zorunda.

EĞİTİMDE GERÇEK BİR AÇILIM MÜMKÜN MÜ?

Devletler günümüzde eğitime üç alanda egemen: 1) Finanse ederek, 2) Müfredatı hazırlayarak veya manipüle ederek, 3) Hizmet sağlayıcı olarak. En devletçi eğitim sistemi bunların üçünü de bünyesinde birleştireni; Türkiye’deki gibi. Ülkemizde anaokullarından üniversiteye kadar, bütün okullar devlet okulu. İnanmayanlar okulların giriş kapılarındaki tabelaları kontrol edebilir. Kimisi MEB, kimisi YÖK üzerinden olmak üzere tamamı devlete bağlı ve bağımlı. Kelimenin gerçek anlamında “özel” ilkokul, lise ve MYO-üniversite yok. Müfredat, tamamen, bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan, devlet tarafından belirlenmekte. Merak edenler bir “özel kolej” ile bir devlet ilkokulunun sözgelimi birinci sınıflarını müfredat ve dersliklerin ideolojk endoktrinasyon mesajlarıyla bezenmesi bakımından karşılaştırsa önemli bir fark göremez. AKP’nin sistemi tepetaklak ettiği iddiaları yalnızca bir halüsinasyon. Daha geçenlerde MEB, bir yönetmelik değişikliğiyle “özel” okullarda “Atatürk köşesi”ni isteğe bağlı olmaktan çıkartıp mecburi kıldı. YÖK ondan aşağı kalmak istemezse, gelecekte her üniversitenin (bazılarının zaten var, az sayıda olmayansa devamlı terörize ediliyor) hatta, daha iyisi, her fakültenin, ortak binalarda her bölüm katının güzel bir “Atatürk köşesi” olacak demektir. Eğitim sektöründe çalışanların çoğu devlet memuru. Üniversite öncesinde ve üniversitede maaşını devletten almayanların oranı yüze 2-3’lerde görünüyor. Böylece devlet, çalışanların kendi personeli olması yoluyla da eğitimi kontrol altında tutuyor. Finansmana gelince, sağlıkta da yapılmaya çalışıldığı gibi, devlet büyük patron; anaokulundan doktoraya, geniş ölçüde, esas, çoğu zaman tek, ödeyici. Okullar genel olarak, görünüşte, “bedava”. Sağcılar, solcular, Kemalistler, muhafazakârlar, hatta kısmi liberaller (veya daha doğru adlandırmayla sosyal demokratlar) eğitimde devletin bütün cesamet ve ağırlığıyla yer almasına taraftar. Böyle olunca ülkede eğitim sisteminin bütünüyle devlet kontrolü altında olması hiç şaşırtıcı değil.

Ancak, bir şeyin şaşırtıcı olmaması, onun normal olduğunu göstermez. Bazen anormalliğin olağanlaştığına işaret eder. Bu durumu kabullendiysek, onun başarısızlığının doğal ve kaçınılmaz olduğunu kabul etmemiz de gerekir. Hayatın her alanında gelişmenin, ilerlemenin başlıca yolu rekabettir. Bir keşif yöntemi, işleri daha iyi yapma arayışı, iyileri taklitle kötüyü terk etme süreci olan rekabet hangi sektörde dışlanırsa o sektör atalete, verimsizliğe, arkaikliğe mahkûm olur. Türkiye’nin eğitim sisteminin ana problemi de bu. Eğitimde bir tekel var. Tekeli tasfiye edip piyasaları serbestleştirmemiz gerekiyor. Oysa biz bunu hiç gündeme getirmeyip tekelci sisteme nasıl daha iyi bir renk kazandırabileceğimizi tartışıyoruz. Bu iyi niyetli de olsa beyhude bir çaba. 4+4+4 tekelci eğitim sisteminde öğrencinin-velinin tercih yelpazesini biraz genişletebilecek olmakla beraber, devlet tekelini sarsamaz, zayıflatamaz. MEB-devlet patron olmaya devam eder. Eğitim yine devlet tahakkümü altında varlığını sürdürür.

Eğitimde gerçek bir açılım devleti tekel olduğu eğitim-alt alanlarında geriletmekle ortaya çıkabilir. Yani, devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde mevki değiştirmedikçe yapılanlar kozmetik değişiklikler olmanın ötesine geçemez. Ancak, bunları yapmak, yapılmaları gerektiğini söylemek kadar kolay değil. Yapılmalarının önünde bir kısmı zihni formasyonlarla ilgili birçok bariyer var. Bunları gelecek yazılarda tek tek ele almaya çalışacağım.

 

Zaman, 30.03.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et