Devletçiliğin Kaçınılmaz Çöküşü

Türkiye’nin siyasi kültüründe hâkim renk devletçilik. Siyasi profiller, partiler arasında temel ortaklık-benzerlik devletçi olmak. Hemen her parti doğrudan veya dolaylı olarak, farkına vararak veya varmayarak, diğerlerini ya yeteri kadar devletçi olmamakla ya da yanlış istikamette devletçi olmakla itham etmekte.

Devletçilik, neredeyse her toplumsal problemin çözülmesinin ve tüm toplumsal iyiliklerin yapılmasının devletin görev alanı ve gücü dâhilinde olduğunun kabul edilmesine dayanan bir siyasî felsefedir. Devletçi felsefe, devletin tüm toplumsal alanlara müdahale ederek sorunları çözmesini ister ve bekler. Daha somuta indirerek söylersek, devletçi anlayışa göre, devlet vatandaşların beslenme, eğitilme, konut edinme, istihdam edilme, ücretli tatil, sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınma gibi ‘temel’ ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir.

Bu anlayış sadece Türkiye’de karşımıza çıkmıyor, bu anlayış tüm dünyaya egemen. Kapitalist olduğu söylenenler de dâhil olmak üzere hemen  hemen tüm ülkelerde devlet en büyük (en fazla sayıda insanı istihdam eden) işverendir; eğitimin ve sağlık sektörünün patronudur; sosyal güvenlik aşağı yukarı sisteminin tek sahibi veya merkezidir. Politik ekonomi literatüründe devletin bu kadar genişlemiş ve birçok sivil alanı işgal etmiş hâline refah devleti veya katı devlet adı veriliyor.

Devletçi siyasî felsefe ve ekonomi anlayışı niçin bu kadar baskın ve yaygın?

Bunun elbette çeşitli sebepleri var. İlk ve en önemli sebep, devletin yapısal kapasitesi hakkında abartılı bir iyimserliğin bir şekilde zihinlere sinmiş olması. Bunun iki ayağı var; biri devlet dışında, diğeri devlet içinde. Devlet dışında, yani sivil vatandaşlar arasında, devlet neredeyse sonsuz kaynağa, güce, enerjiye sahip bir yarı-tanrı gibi algılanmakta. Devletin istenen-istediği her şeyi yapabileceği; tüm meselenin onu gerekeni yapmaya ikna etmek veya onun gerekeni yapmayı akıl-murat etmesi olduğu kabul edilmekte. Sivil vatandaşlar, buna paralel olarak, kendileri açısından, devletten arzuladıkları her şeyi talep etmelerinin meşru ve rasyonel olduğunu düşünüyor. Herkesin bunu yaptığını görüyor ve onlardan geri kalmak istemiyor. Devlet içinde, yani devlet görevlileri (yani iktidardaki politikacılar ve bürokratlar-üst seviye memurlar) arasında da, vatandaşlar arasındaki kadar güçlü olmasa bile, devletin son derece güçlü ve muktedir olduğu kanaati hâkim. İlginç bir şekilde, demokrasi her iki kesimi de devletten daha çok talepte bulunmaya teşvik ediyor. Hayatın yükünü bedavaya hafifletmek isteyen vatandaş isteyebileceği kadar istiyor, vatandaşın oyunu almak isteyen siyasetçiler vaat edebildiği kadar vaat ediyor.

İkinci sebep, sivil vatandaşlarla kamusal görevde olanlar (yani politikacılar ve bürokratlar) arasında hayalci ayrımlar yapılması. Bunu şu şekilde de açıklayabiliriz: Popüler kültürde sivil hayat içinde insanların kendi iyileri, iyilikleri, menfaatleri peşinde koştuğu, kamusal görev alanlarındaki insanların ise diğergam olduğu, sadece kamunun iyiliği ve çıkarı için çalıştığı kabul edilir. Oysa, iktisat ilmi, özellikle Kamu Tercihi Okulu, politikacıların ve bürokratların da diğer insanlar gibi rasyonel, fayda  maksimizasyonu peşinde koşan özneler olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle bu bakımdan seçmen kitlesiyle bürokrat-politikacı kitlesi arasında çok fark yok.

Üçüncü sebep, beşerî hayatın temel gerçekleri olan kıtlık ve bilgisizlik (sınırlı bilgililik) olgusunun devlet söz konusu olduğunda ortadan kalktığının sanılması. Devlet dediğimiz şey bir insan grubu, bir beşerî organizasyon. İnsanların devlet adı verilen bir yapılanmada biraraya gelmesi kıtlık ve bilgisizlik vakasını ortadan kaldırmaz. Öyle olsaydı, insanın refah mücadelesi ya tamamen ortadan kalkar ya da çok kolaylaşırdı. Kıtlık ve bilgisizlik tekil insan ve sivil insan grupları için hangi zorlukları, engelleri yaratıyorsa devlet için de aynı zorluk ve engelleri yaratacaktır. Yani devlet asla alim-i kül ve kadir-i mutlak olamayacaktır. İnsanların yukarıda kısaca ifade ettiğim yargılara kapılmasında iki faktör etkili oldu: Hadiseler ve düşünceler. Piyasaların önündeki engellerin kalkması ve piyasaların gittikçe genişleyen ölçülerde bütünleşmesi muazzam bir zenginliğe ulaşmanın kapılarını açtı. Artan zenginlik talepleri patlattı ve demokratik siyaset talepleri karşıladığında seçmenlerin oylarını bir nevi satın almayı kolay ve gerçekleştirilebilir kıldı. Baş döndürücü zenginleşme üretimin önemini gözden kaçırıp sadece veya ağırlıklı olarak yeniden dağıtıma dayanan ve dağıtım aracı olarak devleti merkeze oturtan düşünce çizgilerinin patlamasına ve yaygınlaşmasına yol açtı. Devletçi düşünce işte bu ortamda yeşerdi, kökleşti ve insanların zihnini adeta esir aldı.

Devletçi ekonomik ve siyasî modeller hem etkinlik hem de ahlâk ve adalet problemleri yarattı. İçinde bulunduğumuz dönemde, yaygın tabirle, devletçilik denizi bitti. Kaçınılmaz biçimde insanlık refah devletlerinden geri adımlar atıyor. Burada öncülüğü bir zamanlar refah devletini kurmakla başı çeken coğrafyalar yapıyor. Ancak, bu çok kolay ve hızlı bir süreç olmuyor. Hayat ve düşünce alışkanlıkları mütemadiyen sıkıntılar yaratıyor. Ne olursa olsun, süreç devam edecek. Uluslararası ilişkilerdeki gerilimler ve kutuplaşmalar, devletleri ve devletçiliği öne çıkarıyor gibi görünse de, uzun vadede, beşeriyet için çok daha önemli olan, devletçiliğin fiilen gerilemekte olduğu gerçeğini değiştiremez.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et