Aslına bakılırsa, toplumsal varoluşu devletle özdeşleştiren ideolojik pozisyon açısından özgürlükten kaçış hiç de şaşırtıcı değil. Onların toplumun iyiliğini bu anlamda “devletçilik”te görmeleri gayet anlaşılır bir şey. Ülkemizde devletin varlık ve bekasının otomatik olarak toplumun da iyiliği demek olduğu düşüncesini içselleştirmiş olanlar, ne yazık ki, hiç de az değil. Oysa, devletçiliğin toplumun iyiliğine olması şöyle dursun, toplumun ve özgürlüklerin en büyük düşmanı olduğu ilmen ve tarihen sabittir.
Toplum-devlet ilişkisine devlet nokta-i nazarından bakanlar, kendileriyle gayet tutarlı olarak, özgürlükle toplumun iyiliği arasında neredeyse ters bir ilişki olduğuna kanidirler: Onlar açısından, toplumla devlet özdeş olduğuna göre, bireylerin özgürlük alanı genişledikçe devlet köşeye sıkışır, dolayısıyla toplum da bundan zarar görür.
Cumhuriyet dönemi boyunca, aslında bir aydın projesi olan “emredici hukuk”un devletçi modernleşmenin aracı olarak kullanılması özgürlükten kaçışı eğiliminin toplumda da kısmen kök salmasını teşvik etmiştir. Nitekim, bu devletçi uygulama yüzünden, zamanla toplumumuzda kendi iyiliğinin devletin buyruklarına kayıtsız-şartsız uymaya bağlı olduğu yönünde zihinsel ve tutumsal bir alışkanlık teşekkül etmiştir.
Cumhuriyet ideolojisinin, özgürlükten kaçışı destekleyen bir de milliyetçi tarafı var. Cumhuriyet’in özellikle ilk döneminde hakim olan resmi milliyetçi söylem ve pratiğin toplumun kendi içine kapanmasını ve yabancı-düşmanı bir psikolojiyi beslediği açıktır. Bu psikoloji, maalesef, bugünkü “özgürlükten kaçış” fikriyatının sözcülerinin işini çok kolaylaştırmıştır. Nitekim, bugün özgürlük ve demokrasi muhalifleri, parlamentonun ve hükümetlerin toplumun özgürlük talebine cevap vermelerini Türkiye’nin “düşmanları”nca tasarlanan bir komplo olarak görüyor ve gösteriyorlar. Ergenekoncu zihniyet bunun tipik bir örneğidir.
“Özgürlükten kaçış” zihniyetini içselleştirmiş olanların kendilerini kamufle edebilmelerinin birçok yolu var. Bunlardan biri, özgürlükle güvenlik arasında, göz boyama amaçlı sahte bir karşıtlık kurmaktır. Aslında bu düşünce, modern çağın başında “güvenlik için özgürlükten vazgeçmemiz gerekir” diyen Hobbes’a kadar geri girmektedir. Bu anlayış açısından, “özgürlük içinde güvenli” olmanın bir yolu bulunmadığından, güvenliğe ve dolayısıyla “devletin bekası”na öncelik vermek zorundayız. Aksi halde, “herkesin herkesin kurdu olduğu” bir vahşet dünyasına geri dönmeye mahkumuzdur. Onun için, eğer öyle olmasını istemiyorsak, güvenliği sağlayacak güçlü bir devlet lehine doğal haklarımızdan vazgeçmek zorundayız.
Yine bir aydın projesi olarak, günümüzün sahte “strateji bilimi” de, buna benzer şekilde bize “güvenlik çıkarları”nın, başka her şeyi belirlemesi gereken en hayatî çıkarlar olduğunu söylemektedir. Tabii, “güvenlik” derken devletin topluma rağmen kendi varlığını ve kahredici gücünü idame ettirmesi kastediliyor. Yani, bunların dert edindikleri şey toplumun güvenliği, yani, sivil özgürlükler ve toplumsal barış değildir. Onun için, “strateji uzmanları”nın çoğunun devlet otoritesinin hem içte hem de dışta takviyesinden yana olmaları hiç de şaşırtıcı değil.
Ben şahsen aydınların genellikle özgürlük ve demokrasi karşıtı olmalarında ne bir paradoks ne de bir tuhaflık görüyorum. Çünkü, bu tutum aydınların seçkinciliğine ve tarihsel olarak devletin işbirlikçisi olarak ortaya çıkmış olmalarına gayet uygun düşmektedir. Onların toplumun içinde ayrıcalıklı bir zümre olarak temayüz edebilmeleri ve ayrıcalıklı konum ve itibarlarını sürdürebilmeleri toplum karşısında devletin yanında yer almalarına bağlıdır. Çünkü, devlet desteği olmadan sivil hayat alanında “hak ettikleri”ne inandıkları payelere kavuşmaları çok zordur.
Ayrıca, aydınlar özgürlüğün ve “yüksek” siyasetin yalnızca kendilerinin hakkı olduğuna inanacak kadar kendini beğenmiş bir zümredir. Onun içindir ki, özgürlüğün sözde “ayağa düşmesi”nden de, “ayak takımı” olarak gördükleri sıradan vatandaşların –“ahali”nin- siyasette etkili olmasından hoşlanmazlar.
Taka Gazete, 27 Temmuz 2010