Devleti yöneten politikacıların işlerini yürütmek için nasıl vakit bulduklarını, işlerini nasıl takip edebildiklerini merak ediyorum. Bana Başbakanın ve bakanların ömrü seçim kampanyalarıyla, mitinglerle, törenlerle, basın toplantıları ile, televizyon konuşmaları, törensel yemeklerle ve bitmez tükenmez gezilerle geçiyor gibi geliyor.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında devlet protokolü dört kez bir araya geliyor. Önce Anıtkabir’de, sonra Hipodrom’da, sonra Meclis’te, en sonunda da Çankaya’da yapılan kutlamalarda devleti yöneten bütün kişiler tam kadro hazır bulunuyorlar. Kutlamalara katılmayan devlet yöneticileri ya bir bahane uydurmak zorunda, ya da sahte hastalık raporları almak zorunda… Devleti yönetenlerin ömürlerinin önemli bir kısmı bu törenlerde geçiyor; yine de bu törenlere katılmaktan, bu törenler için hazırlanmış konuşmaları tekrarlamaktan bıkmıyorlar.
Başbakan Tayyip Erdoğan gözündeki rahatsızlığı dolayısıyla 19 Mayıs törenlerinden birine katılmamıştı. Bu ülkede ciddi bir krize sebep oldu. Kimine göre Başbakan Cumhuriyeti pek benimsemediği için törene katılmamıştı, Kimine göre de suikast ihbarı aldığı için törenlere katılmadı… Başbakan, birkaç gün sonra siyah gözlüklerle ortaya çıkmasına rağmen, tartışmalar devam etti.
Başbakanın, bakanların, müsteşarların, daire başkanlarının, genel müdürlerin, valilerin, rektörlerin, dekanların her sabah önlerine yığılan sumen yığınları içinden imzaladıkları tek bir evrakı bile okuyup okumadıklarını çok merak ediyorum. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlunun Dışişleri Bakanlığının AİHM’deki Hrant Dink davası için yaptığı savunmayı duyduğunda gösterdiği tepki bu sebeple beni fazla şaşırtmadı.
Meğer Suçlu Dink’miş
Devlet vatandaşı Hrant Dink’i koruyamadı. Hrant Dink kolay yoldan kahraman olmak isteyen bir fanatik tarafından sokak ortasında vuruldu. Sonra görüldü ki, Hrant Dink’in öldürülmesinde güvenlik kuvvetlerinin çok büyük ihmalleri vardı. Hrant Dink adeta güvenlik güçlerinin kasıtlı ihmallerinin sonucu göz göre öldürülmüştü.
Görünüşe göre ülkeyi yönetenler de Hrant Dink’in öldürülmesine çok üzülmüşlerdi. İktidarın önde gelen mensupları her vesile ile üzüntülerini dile getiriyorlar, suçluların ve ihmali görülenlerin cezalandırılacağı hakkında teminat üstüne teminat veriyorlardı.
Hrant Dink’in ailesi hukukunu aramak için AİHM’de devlete karşı bir dava açtı.
Suçunu bilen, bunu devleti yönetenlerin ağzından her yerde kabullenen devlet, suçunu kabullenecek yerde, yaptığı savunma ile baskın çıkmaya çalışıyor. Vatandaşı Hrant Dink’i koruyamayan devletin yaptığı savunmada gösterdiği özür kabahatinden de büyüktü. Dışişleri Bakanlığının AİHM’e gönderdiği savunmada, Dink’in Türklüğü aşağıladığı, nefret söyleminde bulunduğu, halkı tahrik ettiği, kamu düzenini bozduğu söyleniyor, benzer bir suçtan Almanya’da bir Nazi liderine verilen cezayı AİHM’nin onayladığı, tehdit edilmiş olsaydı Dink’in koruma istemesi gerektiği, koruma da istemediği söyleniyor.
Bu savunma utanç verici bir skandaldır. Skandalın sebebi önüne gelen evrakları okumadan imza eden devlet yöneticileridir. Ya da, AKP yöneticileri samimiyetsizdirler, medyaya ve halkoyuna karşı başka türlü konuşmakta, devlet işlerini yürütürken de başka türlü hareket etmektedirler.
Leyla Şahin de Suçlu Çıkmıştı
Vatandaşımız Leyla Şahin de devletten şikâyetçi idi. Türkiye Cumhuriyeti devleti başını örttüğü için Leyla Şahin’den üniversitede okuma hakkını elinden almıştı. Leyla Şahin doktor olmak için girdiği üniversiteden, eğitiminin sonuna yaklaşırken atılmıştı. Leyla Şahin hakkını aramak için AİHM’e başvurdu.
Leyla Şahin’in davası sürerken AKP iktidardaydı. Abdullah Gül Dışişleri bakanı, Recep Tayyip Erdoğan da başbakandı. AKP’li politikacılar görünüşte inanç özgürlüğü için, herkesin inancını gönlünce yaşaması için, başını örten kızların da üniversitelerce serbestçe okuyabilmesi için politika yapıyorlardı.
AİHM Türkiye Cumhuriyeti devletinden savunma istediğinde, devlet işlediği insanlık suçunu kabul eder, Leyla Şahin’le uzlaşmaya gidebilirdi. Devlet bunu yapmadı, bunun yerine aynen Hrant Dink davasında olduğu gibi, “Türbanın Türkiye’deki laik ve demokratik rejimi ortadan kaldırmak isteyen siyasi bir görüşün simgesi haline geldiği açıktır. Bu yüzden yasaklanması gerekir” diyerek alenen haksızlığı savundu.
İşin garibi, AİHM’nin Leyla Şahin aleyhine karar almasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yaptıkları konuşmalarda AHİM’i suçlamaları idi…
DSİ’nin Trafo Davası
Devlet Su İşleri, çiftçiye destek olmak için milyarlarca para harcayıp su kuyuları açtırıyor, ya da sulama tesisleri kuran sulama kooperatiflerine yardımcı oluyor.
DSİ Erzin’de bir su kooperatifinin açtırdığı kuyuları teslim alırken, kuyulara elektrik verecek Trafoyu yapan müteahhitle bir anlaşmazlığa düşüyor, mahkemelik oluyorlar. Çiftçi bahçelerini çoktan dikmiş, kuyuların bir an önce açılmasını bekliyor.
Bu arada bir yıl geçiyor, sulama tesisleri hazır olduğu halde bu dava dolayısıyla trafolar çalıştırılamıyor. Çiftçi diktiği fidelerin kurumaması için tankerlerle su taşıyarak sulama yapmaya çalışıyor. Davayı müteahhit kazanıyor. Çiftçi dava bitti, artık kuyular çalışır diye ümitlenirken, bu sefer de DSİ temyize başvuruyor. Bir yıl daha geçiyor. Bu arada sulama kooperatifinin trafoları tahrip ediliyor, kabloları çalınıyor. En sonunda DSİ temyizde de kaybediyor, çiftçilere su, ancak tesisler hazır olmasına rağmen 3 yıl sonra verilebiliyor.
Ne için bütün bunlar? DSİ avukatlarının aldıkları ücretleri hak etmesi için. DSİ yetkililerinin müfettişlere hesap verirken her formaliteyi yerine getirdiklerini göstermek için. Muhtemelen DSİ’yi yöneten bakanın olaydan haberi bile yok; varsa da, işlerin tıkır yürüdüğünü veya devletin çıkarlarını korumak için bürokratların gereken şeyleri yaptıklarını düşünüyordur herhalde. Çiftçinin kaybolan yılları, sulama kooperatifinin tahrip olan trafoları kimin umurunda!