Göktürk 2 uydusunun fırlatılma töreni sırasında Başbakan’ı protesto bahanesiyle ODTÜ’de yaşanan olaylarla ilgili tartışmalar devam ediyor. Polisin orantısız güç kullandığını, Başbakan’ın öğrenciler ve ODTÜ yönetimine dair ifadelerini eleştirenlerin yanısıra öğrencilerin molotof kokteylli gösteri biçimlerini de eleştirenler var. Kuşkusuz demokratik teamüllere uygun bir biçimde toplantı yapmak ve gösteri düzenlemek temel haklardan birisidir. Ne var ki resmi ideolojinin okulu, öğrenciyi ve öğretmeni kutsallaştırıldığı bir ülkede işler biraz karmaşıklaşıyor. Her halükarda öğrenci eylemleri; içinde şiddet öğeleri barındırsa bile basın tarafından kamuoyuna meşru ve masum gösterilmeye çalışılıyor. Diğer taraftan hükümetin ve polisin tavrı da eleştiriden uzak bir biçimde ele alınıyor. Oysa meselenin daha genel bir biçimde devletçi eğitim sistemi çerçevesinden bakılmaya ihtiyacı var. Çünkü gerek ilk ve orta öğretim ve gerekse üniversite öğretiminin doğurduğu temel sorunlar dikkate alınmadan yaşadığımız hadiselere vakıf olamayız. Ve sahici bir çözüm önerisi sunamayız. Bu yüzden üniversiteler -önceki yıllarda olduğu gibi- farklı ideolojilerin ve parti temsilcilerinin bugün ODTÜ yarın başka bir üniversite üzerinden birbirleriyle hesaplaştığı mekânlar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
1933’TE BAŞLAYAN SORUN
Türkiye’de genel manada eğitim sorununun 1924 yılında yürürlüğe sokulan Tevhidi Tedrisat Yasası’yla başladığını ifade edebiliriz. Bu çerçevede yükseköğretim sorununun da 31 Mayıs 1933 tarihli ‘İstanbul Darülfünu’nun ilgasına ve Maarif Vekalati’nce yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun’ la başladığını görmekteyiz. Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi yeni rejimin taleplerine cevap veremediği ve devrimlerin bekçisi olamadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Dönemin Maarif Bakanı ve aynı zamanda ‘Andımız’ yazarı Raşit Galip; ‘Memlekette büyük inkılâplar oldu Darülfünun bunlara karşı bitaraf kaldı. Hukukta radikal değişiklikler oldu, yeni bir tarih telakkisi ve milli bir hareket halinde tüm ülkeyi sardı, harf inkılâbı oldu, öz dil başladı, Darülfünun hiç tınmadı. Bu yüzden inkılâplardan bu kadar uzak duran bir müesseseye daha uzun bir müddet tevdi edilemezdi…’ diyerek kapatılma gerekçesini beyan etmiştir.
Bakıldığında siyasal iktidarın üniversitelerden beklediği bilim ve özgün düşünce üretmeleri değil inkılâpları muhafaza etmeleri ve resmi ideoloji doğrultusunda faaliyet yürütmeleridir. Türkiye’de üniversitelerin aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş, ilerici laik ve Kemalist nesiller yetiştirme yolunda dizayn edildiğini görmekteyiz. Üniversiteler toplumsal plüraliteye uygun, bireysel özgürlüklerin gelişmesine imkân tanıyan, eleştirel düşüncenin geliştiği, bilimde sanatta ve teknolojide yeni buluşlar sergileyen mekânlar olmak yerine siyasetin ideolojik manevra alanı olarak tasarlanmıştır. Bu yüzdendir ki kırılgan dönemlerde üniversitelerde öğrenciler üzerinden ciddi hareketlenmeler baş gösterir.
ORDU, DEVLET VE ÜNİVERSİTE
Ordu -üniversite ilişkisi de üniversitelerin bir diğer önemli sorununu teşkil etmektedir. Örneğin 28 Şubat sürecinde Genelkurmay İkinci Başkanı olarak görev yapan Orgeneral Çevik Bir’in ‘İmam Hatip Liselerinin şube açmasını’ engellemek amacıyla Mesut Yılmaz başkanlığındaki 55. hükümete uyarı yazıları gönderdiğini biliyoruz. Çevik Bir, 14 Temmuz 1998 tarihli Yüksek Öğrenim Kurumu’na (YÖK) gönderdiği yazıda; ‘İrticai grupların istismarı’ için ÖSS sisteminde değişiklikler yapılmasını istemiş, Kemal Gürüz başkanlığındaki YÖK ise yıllardır uygulanan ve tüm meslek liselerinin önünü tıkayan bir uygulamayı başlatmıştır. Üniversiteler askeriyenin ve siyasal iktidarın rejimi kontrol altında tutmak uğruna yönlendirildiği kurumlara dönüşmüştür.
DEVLETÇİ EĞİTİMİN SONU
Temel sorun Türkiye’de eğitimin nasıl ve ne için olacağına dair kararları kimin vereceği sorunudur. Bugün kamusal eğitim aşırı merkeziyetçidir. Sözümona ücretsiz bir hizmetmiş gibi takdim edilir dolayısıyla devlet eğitimi tekeline alır ve eğitim kurumlarını kendi bildiği yoldan tasarlar. Finansmanını temin ettiği ve tek elden kumanda ettiği, yol haritasını çizdiği eğitim kurumlarından da kendine sadık birer vatandaş yetişmesini bekler. Bugün devletin üniversitelerden beklediği gençlik-çok şükür kırılmaya başlandı ama- bürokrasiye itaatte kusur etmeyen ve resmi ideoloji doğrultusunda bir yaşam anlayışı geliştiren bir gençliktir. Bu manada gerek siyasi partilerin ve gerekse diğer ideolojik kesimlerin gözü hep eğitim kurumlarında olmuştur. Herkes eğitim kurumları üzerinden iktidar hesabı yapma gayreti içerisindedir. Bu bakımdan yer yer üniversiteler üzerinden gençlik harekete geçirilir ve onlara elden gidilmesinden korkulan bir şeylerin olduğu telkin edilir. Oysa bugün eğitim serbest piyasa şartlarında işlev görmüş olsaydı ne ODTÜ’de ne de diğer üniversitelerde bu türden hadiselerle karşı karşıya kalmayacaktık.
Bugün üniversiteler dâhil tüm eğitim kurumları kısmen özelleştirilmiş olsaydı eğitim merkeziyetçi yapılanmadan ve Tevhidi Tedrisat kıskacından kurtulmuş olsaydı nasıl bir birey olunması gerektiğini kamusal eğitim aracılığıyla devlet değil bireyin kendisi karar verecekti. Dolayısıyla parasını ödediği kuruma karşı ne molotof kokteylli saldırıda bulunabilecekti nede üniversite yönetimi özel mülkiyetine karşı böyle bir ortama müsaade edecekti. Siyasiler ve hükümet yetkilileri ise doğrudan üniversite gençliği üzerinden bir hesaplaşmaya gidemeyeceklerdi. Üniversiteler özelleştirildiğinde ve öğrencilerini kendilerinin belirlediği bir sınav sistemiyle almaya başladıklarında milyonlarca mezunun sırf diploma uğruna bedava eğitim almaları engellenerek kaynak israfının da önüne geçilmiş olunacaktır. Üniversitelerin özelleştirilmesi ve paralı hale getirilmesi fakir ailelerin aleyhine olacak bahanesiyle karşı çıkanlar olabilir. Bunun için özellikle fakir ailelere dönük etkin bir burs sistemi geliştirilebilir. Öğrenimleri boyunca ve mezun olduktan birkaç yıl sonra ödemeleri karşılığında onlara uzun vadeli ve sıfır ya da çok düşük faizli kredi seçenekleri sunulabilir.
EĞİTİM NEDEN ÖZELLEŞMELİ
Newcastle Üniversitesi’nde eğitim politikaları profesörü James Tooley’in ‘En Fakir Ülkelerdeki Özel Okullar’ araştırması bizlere; özel okulların mutlu azınlığa hizmet etmediği bilakis düşük maliyetle ve yüksek kaliteyle en çok fakir halkın eğitim taleplerini karşıladığını göstermektedir. Bugün Türkiye’de eğitim kurumları kendi aralarında rekabet etmekten uzak tekdüze bir eğitim anlayışıyla işlev görmektedir. Bu da ekonomik, siyasi, politik ve ideolojik birçok sorunu doğurduğu gibi kalite düşüşlerini de beraberinde getirmektedir. Bugün üniversitelerde yaşanılan olaylar ideolojik grupların siyasi iktidarla hesaplaşma uğruna başlattıkları bir operasyon olmasının ötesinde asıl mesele devletçi eğitim sisteminin doğurduğu sorunlardır. Bu tekelci sistem her zaman siyasi oluşumların iştahını kabartacak ve bir cazibe merkezi olmaya devam edecektir. Bu bakımdan eğitimde özelleştirmeyi gündemimize almalıyız.
Yeni Şafak, 01.01.2013