Daha önce işaret ettiğim gibi, bana göre, Kürt sorununun demokratik çözümünün anayasal-hukuki çerçevesi şu beş esasa dayanmalıdır: (1) etnik tarafgirliğin reddi, (2) kültürel çeşitliliğin tanınması, (3) kültürel haklar, (4) idari adem-i merkeziyet, (5) demokratik katılımın güçlendirilmesi.
“Etnik tarafgirliğin reddi”nden kastım, dibacesinden başlayarak baştanbaşa Anayasanın her türlü etnik imadan arındırılmasıdır. Bunun için en başta, milliyetçi söyleminin zirve noktasını teşkil eden Anayasanın Başlangıç kısmının tümüyle kaldırılması gerekir. Ayrıca, devletin adı konusundaki belirsizliğin (m.2: “Türkiye Cumhuriyeti”, m.3: “Türkiye Devleti”; m.66: “Türk Devleti”) kaldırılması ve sadece “Türkiye Cumhuriyeti” teriminin kullanılması (resmi söylemin de buna göre değiştirilmesi), “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” devlet başta olmak üzere milliyetçiliğe yapılan atıfların kaldırılması ve nihayet halihazırdaki etnik esaslı yurttaşlık tanımının (m.66) Anayasadan çıkarılmasını gerekmektedir.
Bunu tamamlayan bir adım olarak Anayasada kültürel çeşitliliğin tanınması da bir zorunluluktur. Bu konuda AB Anayasa Taslağı bu konuya ilişkin hükmünden (“Birlik kültür, din ve dil çeşitliliğine saygı gösterir”-m. II-82) ve Kanada Anayasasının Haklar ve Özgürlükler Belgesi’nin 27. maddesinde yer alan şu hükümden yararlanılabilir: “Bu Belge Kanadalıların çok-kültürlü mirasının korunması ve geliştirilmesiyle uyumlu bir şekilde yorumlanmalıdır.”
Burada ayrıca Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği bölgelerde Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesinin uygun olacağı akla gelebilirse de; bir yandan Kürt nüfusun Türkiye’nin her yerine dağılmış olduğu, öbür yandan da devlet seçkinlerinin bunu kabule henüz hazır olmadıkları gerçeği karşısında, bunun gerçekçi bir düşünce olmadığı söylenebilir.
Kültürel çeşitliliğin tanınması kültürel ifade, dil ve eğitim gibi kültürel haklar güvenceye alınmadan fazla bir anlam ifade etmez. Anadilde konuşma ve ifade yasağı Anayasa’dan zaten çıkarılmıştır. Resmi eğitim-öğretim kurumlarında ana dilini öğrenme hakkının Kürtlere tanınmasına da büyük bir itiraz olacağını sanmıyorum. Bu konuda asıl sorun, devlet okullarında anadilde öğrenim görme hakkının tanınıp tanınmayacağıdır ki, kanaatimce, bunun seçimlik bir hak olarak tanınmasında hiçbir sakınca yoktur. Bu konularla ilgili malum iki Avrupa sözleşmesinin Türkiye tarafından onaylanması halinde -ki bu er geç olmak zorundadır- bütün bu meseleler anayasa değişikliği yapmadan bile çözülebilir.
Bu arada kamu idaresinin demokratik dünyada eşi benzeri bulunmayan halihazırdaki örgütlenme tarzı baştanbaşa değiştirilmelidir. Üniter devlet, çoğu kimsenin zannettiğinin aksine, böylesine aşırı merkeziyetçi ve vesayetçi bir yapıyı zorunlu kılmıyor. Türkiye’nin çok daha adem-i merkezi ve demokratik bir idari yapıya ihtiyacı var. Bu ihtiyaç yerel yönetimlere kolluk, eğitim ve sağlık hizmetleri alanlarında daha fazla yetki aktarılması ve bu yönetimlerin daha fazla mali kaynakla donatılması yoluyla karşılanabilir. Bu adım il ve ilçelerdeki, seçilmiş ve atanmışlar ayrımına ve merkezin vesayetine dayanan ikili yapıya son verilmesiyle tamamlanmalıdır. Atanmış memurlar olan kaymakam ve valinin görev yaptıkları yerlerdeki seçilmiş kurul ve makamlar üstündeki vesayeti demokratik anlayışla bağdaşmamaktadır.
Nihayet, ulusal parlamentoda Kürtler için bir temsil kotası getirilmesi düşünülebilir. Bu olmasa bile, en azından seçim mevzuatında Kürt siyasi hareketinin temsilini kolaylaştıracak değişiklikler yapılabilir. Seçimlerde ulusal barajın %4 veya 5 seviyesine indirilmesiyle bu pekalâ sağlanabilir.
Star, 29.08.2009