İktidara geldiği 2002 sonlarından bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yönelik olarak yürütülen birbiriyle ilişkili başlıca üç tür girişim var. Birincisi, “Ergenekon” kovuşturmasının konusu olan “derin devlet” operasyonları, ikincisi “Balyoz” vb. girişimlerde somutlaşan ordu kaynaklı darbe hazırlıkları, üçüncüsü ise medyanın yürüttüğü kuşatma veya köşeye sıkıştırma kampanyasıdır.
Bunların hiçbirisi daha önce örneği bulunmayan “nevzuhur” girişimler değildir. Aksine, hepsinin benzerleri veya prototipleri daha önce orta sağ iktidarlara karşı (ilki ayrıca Ecevit dönemi CHP’sine karşı da) uygulanmıştır. Aslına bakılırsa, bu kadar etkili olabilmeleri ve hiç yılmadan tekrar tekrar sahneye konabilmeleri önceki tecrübelerin sağladığı kendine güven ve “bilgi birikimi” sayesinde mümkün olmaktadır.
Bu operasyon modellerinin “birbiriyle ilişkili” olduklarını söylerken hem hepsinin aşağı yukarı aynı zihniyet dünyasının ürünü olduklarını, hem de şu veya bu ölçüde birbiriyle uyumlu veya koordineli bir şekilde yürütüldüklerini kastediyorum. Fakat bu “ilişkililik” ille de üç operasyonun her defasında tek bir merkezden planlanıp eşzamanlı olarak ve tam bir koordinasyon içinde uygulamaya kondukları anlamına gelmiyor.
İster 1950’li yıllarda Demokrat Parti’ye karşı yürütülen ve askeri bir darbeyle sonuçlanan kampanyaya, ister 28 Şubat Süreci’nin öncesi ve sonrasına, hatta isterse 60’lı 70’li yıllarda Adalet Partisi’ne ve 80’li yıllarda Anavatan Partisi’ne karşı yürütülmüş olan kampanyalara bakınız, hepsinde üç aşağı beş yukarı aynı modeli görürsünüz. Otoriter, hatta zaman zaman totaliter niteliğe bürünmüş olan tek-parti rejimine muhalefet etmek şöyle dursun, onun ideologluğunu ve uygulayıcılığını üstlenenlerin Demokrat Parti’nin siyasi hatalarını nasıl abartıp onun zalim bir darbeyle devrilmesine nasıl zemin hazırladıkları bugün artık biliniyor. Vaktiyle Anavatan Partisi’ne karşı yürütülen periyodik “irtica tırmanıyor” kampanyalarını da unutmadık. Bugün AKP’nin “sivil dikta” kurduğundan veya “sivil faşizm”e gittiğinden dem vuranların büyük çoğunluğu da aynı demokrasi-karşıtı siyasi geleneğin uzantılarıdır.
Bu demokrasi karşıtlığının temelinde Türkiye halkının büyük bir kesiminin “çağdaş” sayılmayan inançlarından ve hayat tarzından duyulan seçkinci rahatsızlık yatmaktadır. Sözde “Aydınlanmacı” dünya görüşleri ile “çağdaş yaşam” biçimlerinin kendilerini otomatik olarak “seçkin” yaptığına inanan bir zümre Ortaçağ artığı olarak gördüğü “geri” hayat tarzına sahip kütlelerin içinden çıkanların Türkiye’yi yönetmesine de, bu “gericiler”in kendileriyle eşit sayılmasına da katlanamıyor.
Burada sözünü ettiğim demokrasi karşıtlığı sadece dünya görüşü ve hayat tarzına dayalı kendini beğenmişlikten kaynaklanmıyor. Bazılarının demokrasiden hazzetmemeleri “ekonomi-politik” nedenlerle ilgilidir. Ama bu “yerleşik çıkarlar” meselesi de hayat tarzından kaynaklanan kendini beğenmişlikten bağımsız olarak düşünülemez. Sosyo-ekonomik bakımdan avantajlı konumda olanlar elbette konumlarını borçlu oldukları düzenin değişmesini istemiyorlar; ama “avam”a karşı üstünlük taslama cür’etini bu konumlarından da alıyorlar.
Bütün bunlarla, AKP’nin yönetme tarzının sorunsuz olduğunu anlatmaya çalışıyor değilim. Herhangi bir seçilmiş çoğunluk gibi AKP de elbette hatalar yapıyor. Ama demokrasi içinde bu gibi hataları tamir ve telâfi etmenin yolları bellidir. Mesele, Ergenekonvari veya Balyoz’cu girişimlerin ve bunlara zemin oluşturmaya dönük kampanyaların bu yolların içinde olmadığını sözde “muhalifler”in de öğrenmesinde, daha doğrusu içselleştirmesindedir.
26.02.2011, Star