Silahlı kuvvetler içinde demokratik rejime komplo hazırlığı içinde olan bir grubun varlığına ilişkin olarak geçen Haziran ayında basına yansıyan haberlerin doğru olduğu artık kesinleşmiş gibi.
Bu son gelişmenin yol açtığı yeni tartışmada iki nokta özellikle önemli. Bunlardan biri, bu olayın siyasi ve hukuki sonuçlarıyla ilgilidir. Yani, hem bu olayla ilgili olarak siyaseten neler yapılması gerektiği hem de bu konuda yürütülmesi gereken ceza kovuşturmasının boyutlarının ne olacağı tartışılıyor.
Meselenin siyasi yönüyle ilgili olarak kısaca şu söylenebilir: Her şeyden önce, hükümetin meseleye genelkurmayın iç işiymiş gibi bakmak ve olayların seyircisi gibi davranmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu işte inisiyatif genelkurmayda değil, hükümette olmalıdır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki, böyle bir olay herhangi bir Batı demokrasisinde vuku bulsaydı, genelkurmay başkanı çoktan istifa etmiş veya hükümet tarafından görevden alınmış olurdu.
Meselenin hukuki yanına gelince; konu hakkında yazıp konuşan hemen hemen herkes genelkurmay askeri savcılığının daha önce “takipsizlik” kararıyla sonuçlandırdığı soruşturmayı yeniden başlatması ve genelkurmay başkanının da bu işin takipçisi olması gerektiğini dile getiriyor. Şüphesiz bu gereklidir, ama olayın asıl ele alınması ve takip edilmesi gereken yer sivil yargıdır.
Söz konusu komployla ilgili belge ilk önce bir Ergenekon sanığının evrakı arasında bulunmuştu. Dolayısıyla, bu olayla ilgili soruşturmayı “Ergenekon savcıları”nın başlatmış olmaları normaldir. Ne var ki, belgeyi hazırlayan albayın ve -başta ona bu yönde emir vermiş olan amirleri olmak üzere- demokratik rejime yönelik bu tertibin içinde yer alan diğer askerlerin asıl yargılanma yeri, 26 Haziran’da yapılan yasa değişikliği çerçevesinde kurulması öngörülen özel görevli ağır ceza mahkemesidir.
Bu girişimin Ergenekon komplosunun bir parçası olması ölçüsünde şu ana kadar izlenen yol doğrudur, ama eğer ortada Ergenekon’dan ayrı bir “anayasal düzene karşı suç” girişimi varsa, davanın söz konusu özel görevli mahkemede görülmesi gerekir.
Ama şüphesiz meselenin silâhlı kuvvetleri ilgilendiren bir yanı da var. Bu da belgenin ve ilgili bilgilerin dışarıya nasıl sızdırıldığıyla değil, bu komplonun Askeri Ceza Kanunu yönünden de suç teşkil eden kısmıyla ilgilidir. Bu noktada ilk akla gelen hükümler bu Kanunun 109. (astlarına suç işleme emri vermek), 115. (memuriyet nüfuzunun suiistmali), 121. (askeri evrakı imha), 134. (gerçeğe aykırı rapor, lâyiha, evrak vb. hazırlama) ve 148. (siyasi faaliyette bulunma) maddeleridir.
Dolayısıyla, askeri savcılıkça yapılacak kovuşturmanın meselenin sadece bu ve benzeri (askeri) yönüyle sınırlı tutulması gerekir. Bu kovuşturma komploya bulaşmış olan askerlerin -meslekten çıkarma dahil- çeşitli şekillerde cezalandırılmasıyla sonuçlanabilir. Bu, anayasal düzene karşı işlenmiş suçtan ve onun müeyyidesinden ayrı bir bahistir.
Son gelişmelerin bir akademisyen olarak beni özel olarak ilgilendiren ikinci bir yönü, demokratik rejime yönelik bu komplonun hazırlanmasında bazı öğretim üyelerinin de rol almış olmasıdır. Mesleğimizin onurunu lekeleyen bu tıynetteki kişilerin varlığını en son Ergenekon komplosu dolayısıyla biliyoruz, ama elbette hepsi bu kadar değildir. Bu gibi kirli işlere bulaşmanın bizim üniversite geleneğimizde maalesef bir geçmişi var.
Onun için, başta bu komploya karışmış olanlar olmak üzere, söz konusu geleneğin henüz deşifre olmamış “bilim adamı” takipçilerinin kim olduklarının ortaya çıkması da ülkemiz için büyük bir kazanç olacak.
Star, 29.10.2009