Gündemde iki ana konu var. İlki yolsuzluk iddia ve soruşturmaları, ikincisi devlet içinde otonom bir yapılanmanın olduğu ve hükümete özellikle Başbakana karşı harekete geçtiği iddiaları. Yolsuzluk iddialarının usulüne uygun olarak soruşturulması gerektiğini düşündüğümü daha önce yazmıştım. Bunlarla ilk defa karşılaşmıyoruz. Her zaman her iktidar döneminde yolsuzluk iddiaları ortaya atıldı. Demirel ANAP’a karşı yeri göğü ‘Koskotas dosyaları’ iddiasıyla inletti, dosyaların hepsi fos çıktı. Şimdiye kadar pek az yolsuzluk iddiası kamu vicdanını tatmin edecek şekilde belgelenebildi. Bir taraftan soruşturmaların ilerlemesini beklerken diğer taraftan da hem âdil yargılama ilkesinin gereklerine özen hem masumiyet karinesine saygı göstermek zorundayız. Benim gördüğüm kadarıyla gerek soruşturmaların yürütülmesinde gerekse hükümetin cevabi ataklarında yanlışlıklar var. Ancak, bu yazıda üzerinde durmak istediğim devlet içinde özel bir yapılanma olduğu iddiası. Bazıları bundan paralel devlet diye de bahsediyor, ama ben Ali Bayramoğlu’nun ‘otonom yapılanma’ adlandırmasının daha uygun olduğu kanaatindeyim.
Devlet dediğimiz şey neticede bir kurallar ve kurumlar toplamdır. Devlet kurumlarının yetkileri ve işleyişleri kurallara bağlanmıştır. Devlet içinde hem kurallar arasında hem de devlet personeli arasında bir hiyerarşi vardır. Devletin ayrımcılık yapmadan işlemesi, faaliyetlerinin öngörülebilir olması ve denetime tabi tutulabilmesi buna bağlıdır. Bu yetki ve personel hiyerarşisinin tepesinde seçimle gelen politikacılar bulunur. Bir kere daha tekrarlayayım: Anayasal düzen içinde politikacılar amirdir, memurlar onların hizmetindedir. Bürokratlara dayanan otonom yapılanmalar siyasal iktidarının sahibi veya ortağı olamaz. Ayrı bir siyasî parti gibi hareket edemez.
Son yıllarda devlet içinde otonom bir yapılanmanın ortaya çıktığını AK Parti ile özdeşleştirilemeyecek ve itibarlarından şüphe edilemeyecek birçok yazar söylüyor. Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu, Alper Görmüş, Oral Çalışlar, Orhangazi Ertekin ilk akla gelen isimler. Diğer taraftan, Şener – Şık olayı, KCK yargılamaları, Avcı yargılaması, İlker Başbuğ hakkındaki iddianameye yansıyan suçlamalar, Mustafa Balbay serbest bırakılırken haklarında hüküm bile olmayan BDP milletvekillerinin içerde tutulması, Oslo sürecine yapılanlar vb. bir otonom yapılanmanın mevcudiyetinin işaretleri olarak görülüyor. Böyle bir otonom yapılanmanın olması, devletin kurallar ve personel bütünlüğünün bozulması ve otonom yapılanmanın kendi hiyerarşisini ve işleyişini oluşturması demektir. Bu, söz konusu otonom yapılanma kimler tarafından ve hangi fikir veya amaç adına kurulursa kurulsun demokrasiyi tahrip eder.
Demokratik bir sistemde politikacılar ne kadar hoyrat olursa olsun ve hangi hataları yaparsa yapsın onlardan korunmak ve kurtulmak mümkündür. Zira, iktidarı kullananın kimler olduğu bellidir. İktidarın hangi kurallara göre kullanılacağı bellidir. Demokratik iktidar halka periyodik olarak hesap vermek zorundadır. Otonom yapılanma ise görünmezdir. Yapılanmasını ve içindeki mevki-yetki dağılımını temsilcileri aracılığıyla halka değil kendi kendisine borçludur. Hiçbir kuralla bağlı değildir. Her yol ve yöntemi pervasızca kullanabilir. İnsanlar bu yapılanmanın unsurlarını teşhis edemezler. Onları hesaba çekemezler. Yapılanmanın kendisini, oy vererek, bir hükümeti ortadan kaldırmaları gibi ortadan kaldıramazlar. Bu demokrasi için de tek tek her birey için çok ağır bir tehlike yaratır.
Bu yüzden, söz konusu otonom yapılanmayla mevcut iktidar arasındaki mücadele basit bir iktidar kavgası olarak görülemez. Bu, demokratik siyaset ile bir bürokratik iktidar odağı arasındaki genel bir mücadeledir. Varlığını demokrasiye borçlu olan her parti bu mücadelede demokratik siyaset lehine tavır almak zorundadır. Aksi takdirde, varlığının meşruiyetini inkâr etmiş olur. Bir iktidar partisini tabiri caizse ‘harcayabilecek’ bir otonom yapılanma diğer partileri de harcayabilir ve demokratik siyaseti esir alabilir. Siyasetçileri şamar oğlanına çevirebilir. Seçmenlerin iradesini etkisizleştirebilir. Demokratik siyaseti bitirebilir.
Bu vahim olgunun yolsuzlukla savaş ve yargı bağımsızlığı gibi doğru amaç ve ilkelerle perdelenmek istenmesi gerçeği görmemize engel olmamalı. Hukuk devleti, yargı bağımsızlığı bir başlangıç değil sonuçtur. Mesele temelde bir siyasî felsefe meselesidir ve hukuk devleti belli bir felsefenin ürünüdür. O felsefeyi reddederseniz geriye hukukçular kalır ama hukuk devleti kalmaz. Hukuk devleti ile hukukçuların devleti aynı şey değildir. Hukukun hâkimiyeti hukukçunun hâkimiyeti değildir. Unutmayalım ki, pozitif hukukun ana kaynağı da halkın iradesidir. Kanunları meclis yapar ve hukukçu memurlar ona uymak zorundadır. Meclis gerektiğinde de en üst yargı organdır. Meclis’in iradesini yalnızca doğal hukuk ve/veya klasik insan hakları sınırlayabilir. Bu gerçeklerin görülmemesi ve ‘paralel devlet Ak Partiyi dengeliyor’ benzeri demokrasinin tüm ilkelerini reddeden bakışların seslendirilmesi hayret ve dehşet vericidir. Bu fikri savunanlara, ‘paralel devleti kim dengeleyecek?’ diye sormamız gerekir.
Hiçbir demokratik devlet bu tür bir otonom yapılanmayı içinde barındırarak yaşayamaz. Otonom yapılanma bir partinin kurduğu hükümeti etkisiz hâle getirse ve iktidardan düşürse bile bu bir Pirus zaferi olur, sonraki hükümetin/hükümetlerin söz konusu otonom yapılanmayı tasfiye etmesi için daha fazla sebep ve meşruiyet üretir…
Yeni Şafak, 28.12.2013