Bir darbe girişimi karşısında, ‘ben başkaları gibi bırakıp gitmem’ demiş Başbakan Tayyip Erdoğan. Bu defa şapkasını alıp gitmek yerine demokrasi, hukuk ve Türkiye için mücadele koyacakların listesi çok kabarık. Başbakan hiç yalnız değil bu kararlılığında.
Ayrıca bu herkesin de malumu. Bu işe kalkışanların hem toplumsal hem kurumsal hem de uluslararası baskılarla ellerindeki o süngüye oturamayacakları kesin. Darbe heveslileri bile bunun farkında. O yüzden asıl mesele fiili bir darbeye karşı direnmek değil bugün, ‘askerin vesayet’ine razı olmamak, vesayete son vermek için gerekli adımları atmak… Hükümetten beklenen de bu.
Biliyoruz, 28 Şubat’ta bile doğrudan darbeye kalkışamadılar. MGK kararlarıyla, medya, yargı manipülasyonlarıyla siyasete müdahale ettiler. Sivil toplumu, cumhurbaşkanlığını, siyasi partileri kullandılar. Arada bankalar boşaltıldı, iktidarlar alındı verildi, başbakanlar pijamayla karşılandı, ama tanklar Kızılay’dan Meclis’e yürümedi, rasyolardan askeri bildiriler okunmadı.
On yıl önce siyasete ve topluma ‘ince’ yöntemlerle müdahale edenler bugün neden ‘kaba’ güç kullanmaya yeltensinler? Akılsız üç beş Ergenekon uzantısı cuntacı son bir hamleye kalkışabilir hukuki ve kurumsal bir temizliğe razı olmadan önce, ama o kadar… 1981’de İspanyol parlamentosunu basan darbeciler gibi perişan olur onlar da.
’28 Şubat modeli’ni aşan girişimler olmadı değil. Darbe Günlükleri’nde anlatıldığı gibi 2004 ve 2005’te bunu denediler, ama destek bulamadılar. Ordu içinde başka bir düşünce tarzına mensup askerlerin direnciyle karşılaştılar; doğrudan müdahale ile riske girmek yerine, ‘vesayet sistemi’nin imkanlarını kullanarak siyaseti dışarıdan dizayn etmeyi tercih edenler.
Aslında son yıllarda TSK içinde bu iki ‘ekol’ün büyük kavgası yaşanıyor. Hem ulusal hem de uluslararası şartlara bakıp doğrudan müdahale yerine siyaseti manipüle etmeyi daha doğru bir taktik olarak görenler bugün TSK’ya egemen.
Dolayısıyla Başbakan dahil kimse mevcut komuta kademesinin asker üzerinde sivil denetimi kabul ettiği düşüncesine kapılmasın. Bu tam bir naiflik olur. 27 Nisan fiyaskosundan sonra bile asker bırakmamış siyaseti tanzim etme girişimlerini. Elimizde 2007 seçimlerinin ardından askerin hazırladığı ‘siyaset stratejisi’ belgesi var; siyasete ilgilerini, güç arayışlarını hiç sekteye uğratmamışlar.
Hazırlanan bilgi notları, ‘eylem planları’, andıçlar, medya ve internet manipülasyonları ve sivil toplum organizasyonlarıyla TSK siyasetin tam göbeğine kurulmuş oturuyor, kalkmaya da hiç niyetli değil. Ortaya dökülen üç beş belgeden hareketle ordunun siyasetten çekildiğini, çekileceğini düşünmek saflık olur.
Denetlenemeyen güç hukuk içinde kalmaz. Ordunun her faaliyeti, birimi ve harcaması şeffaf bir hale getirilmelidir. Hep söylüyoruz; işini yapan, işini yapıp yapmadığı denetlenen bir orduya ihtiyacımız var.
Yapılması gereken, askerdeki siyaset tutkusunu fiili güç edinimine dönüştüren, yani askerin iktidarı paylaştığı mekanizma olarak çalışan ‘vesayet rejimi’ni ortadan kaldırmak.
Vesayet rejimini içselleştirmiş, seçilmişlerin iktidarını elinde silah taşıyan üç beş askerle paylaşmaya razı bir siyasetçi profili artık kabul görmüyor. Eminim Başbakan Erdoğan da bunun farkında.
Darbe ile askeri vesayet rejimi arasındaki ince farkı bilen siyasetçi sorunu çözer. Darbe kolay, direniriz Başbakan la birlikte. Peki ya askeri vesayet rejimi, ondan nasıl kurtulacağız? İktidarda değilmiş gibi durup, iktidarda olmak, sorumluluğu siyasilere yıkmak, ama onların ellerini kollarını bağlama, açığa çıkarılan son eylem planı gibi psikolojik savaş taktikleriyle ve suç işleyerek bir iktidarı yıpratmak, başkasına altın tepside iktidar sunmak… Bu ‘ince işler’ nasıl bitecek?
Asıl, darbeye değil, ‘askeri vesayet rejimine’ karşı ‘dik’ durmamız gereken bir dönemdeyiz.
Zaman, 10.11.2009