Gülen Cemaati’nin bir terör örgütüne dönüşümü ve kamuya çöreklenmesine yönelik her geçen gün elde edilen verilerin sayısı artmakta. Bu terör örgütünün tam anlamıyla tanımlanması ve süreci hiç takip etmemiş birisine anlatılabilmesinin zor olmasının sebebi basit: devletin içine sızma konusunda uzun vadeli gerçekleştirdikleri planların “terör örgütü” kavramına pek uymaması. Her ne kadar terör kavramı üzerinde siyaset ve davranış bilimcilerin bir konsensusa vardığını söylemek mümkün olmasa da sosyal psikolojik açıdan bir terör örgütünün temel amacı “dehşet” (terror) yayarak halk ile yönetim arasındaki güven bağını zedelemektir. Bugün “FETÖ” olarak tanımlanan bu yeni terör örgütünün 15 Temmuz gecesi ve sonrasında bizi dehşete uğrattığı muhakkak. Bugüne kadar gerçekleştirdikleri eylemlerin ortaya çıkmasının bizde yarattığı dehşet de ayrıca göz önünde bulundurulmalı. Ancak Gülen Cemaati, pek çok terör yapılanmasından farklı olarak kendilerini belli etmemeye yönelik fazladan bir çaba içerisinde. Bu da amaçları arasında ulusal ve uluslararası basının dikkatini çekmek olan terör örgütü kavramı ile uyuşma göstermemekte. Keza itirafçılardan birinin bir televizyon programında da anlattığı gibi Fetullah Gülen’in temel motivasyonu “hava gibi” olmak. Her yerde, her biçimde olup, kimsenin dikkatini çekmemek.
Gülen Cemaati’nin ne kadar yerleşik bir yapılanmaya sahip olduğunu, yukarıda da bahsettiğim gibi, günlerdir hepimiz dehşet içinde izliyoruz. Bu kadar uzun vadeli bir planla, tabiri caiz ise bu kadar iyi bir yapılanmayı nasıl gerçekleştirdiklerini tartışırken atladığımız bir nokta mevcut. Süreci hep cemaatin yapılanması açısından ele alıp bu yapılanmaları karşısında kendi tepkilerimizi pasif olarak değerlendiriyoruz. “Cemaat nasıl bu kadar devlet içinde güçlendi?” kuşkusuz cevap verilmesi gereken bir soru. Ancak bu soru kadar önemli olan bir diğer soru da, “devlet cemaatin kendi içinde bu kadar güçlenmesine nasıl izin verdi?”
Bu soruyu okuyan herkesin “devlet” diye kendisinden bağımsız bir varlığı suçlamaya hazır olduğunu duyar gibiyim. Lakin, o kadar basit değil. Ülkede Ocak 2016 tarihi itibariyle 3 Milyon 339 bin devlet memurunun olduğunu düşünecek olursak ve bu memurların her birinin işlerini olabildiğince layık ile yerine getirildiğini varsayarsak, bugüne kadar Gülen Cemaati’nin kurduğu sistemin sekteye uğraması gerekmez miydi? “Devlet”in gerekli ve yeterli tek koşulu olan ve devlet memuru olmayan diğer vatandaşların kendi iş sektörlerinde fark ettiklerinin daha önceden duyulması, bilinmesi makul değil miydi?
Süreci bir örnek ile izah daha yerinde olacaktır. Birkaç ay önce başarılı bir avukat olduğuna inandığım bir ağabeyim ilgili Cemaat’in hukuku yalnızca hakimler açısından değil daha küçük ölçekli mekanizmalar açısından da zedelediğinden bahsetmişti. Misal o zamana kadar adı duyulmamış olan bir avukatın nasıl oluyorsa hep aynı hakimin davalarında taraflardan birinin avukatı konumuna gelmesi ve davayı kazanması; bu gelişmenin de süreçten bihaber avukatların müvekill kaybetmesi ile sonuçlanması. Bu sürecin görevini düzgünce, bilinçli bir şekilde yerine getiren başka avukatların, hakimlerin dikkatini çeken bu süreçten şikayetçi olmaları gerekmez miydi? Hantal yapısı ile bizi zora sokan devletin şikayetlere cevap vermemesi karşısında STK’ların, medya organlarının sürece dikkat çekmesi istediğimiz bir şey değil mi?
Cemaat’in güçlenirken sadece hukukî değil toplumsal boşlukları da kullandığı kanaatindeyim. Birincil olarak, hiçbirimiz işimizi yaparken içsel bir standardı karşılamaya yönelik bir tavır ortaya koymuyoruz. “Mesai doldurmak” olarak görülen bir iş içinde yan odada çalışan kişinin şüpheli tavırları bizim umrumuzda olmuyor. Zira başımızı sallayıp, maaşımızı alıyoruz. İkincisi, ki birinci etken ile doğrudan bağlantılıdır, Alev Alatlı’nın da dediği gibi hepimiz işimizi “-miş gibi” yapıyoruz. Öğrenciye dersi anlatıyormuş gibi yapan hocalar, dosyalarla ilgileniyormuş gibi yapan polisler, davalarla ilgileniyormuş gibi yapan hakimler… Süreçte işini kabul ettiği etik ve ahlak kodlarına göre gerçekleştiren kişiler üzerinde cemaatin bir etkisinin olamadığını biliyoruz. Herkesin yapması gerekeni düzgün bir şekilde yerine getirmesi cemaatin bu kadar güçlenmesine engel olabilecekken bazılarının “aman sen de”ciliğinin bu sorunu hem dallanıp budaklandırdığı, hem de köklendirip sağlamlaştırdığı aşikar. Üçüncüsü, “liyakat” kavramına aşinalığı geliştiremiyoruz. Hepimiz torpilin kötü bir şey olduğunu dost meclislerinde seslendirsek de beş gün sonra bizden talep edilen “minik bir iyiliği” geri çeviremiyoruz. Halbuki bir işin hak edenin kim olduğuna değil, o işi hak etmek için ne yaptığına bakmamız gerektiğini gösterdi bu yaşadıklarımız. Bugün bile Gülen Cemaati’nden boşalan kadrolara gelecek olan kişilerin hangi siyasi görüşten olması gerektiğini, hiç ders almamışçasına, tartışabiliyoruz. Bu sürecin bize asgari müşterekte kurduğumuz sistemin çalışmadığını göstermiş olması gerekirken sistemi değil de bireyleri değiştirmenin yeterli olduğunu zannetmenin tarihi tekerrür ettirmekten başka bir faydasının olacağını düşünmüyorum.
Bugün durduğumuz yerde bir başkasını, yapıyı suçlamak yerine kendi edimlerimizi sorgulayarak farkındalık kazanmamızın önemli olduğu kesin. Belki de en önemli soru “aldığım maaşı gerçekten hak ediyor muyum?” Bu soruya cevap verirken yapmanız gerekenleri ne kadar gerçekleştirdiğinizi lütfen bir başkasına değil, kendi içinize sorun.