Devletin tarafsızlığı liberal devlet kuramının temel ilkelerinden biridir. Tarafsızlığı tesis etmenin eşit muamele etmek ve eşit mesafede olmak şeklinde iki boyutu mevcuttur. Modern-devlette (ulus-devlet) tarafsızlık ilkesi görece uygulaması daha kolay olan, vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmadan onlara hukuki ve siyasi olarak eşit muamele etmek şeklinde idealize edildi. Ancak bu ilke bile pek çok devlette çok geç hayata geçebildi veya hiç geçmedi.
1980’lerle birlikte modern devlet paradigmasının sorgulandığı, sarsıldığı ve kısmen değişmeye zorlandığı bir post-modern döneme girildi. Ulus-devlet paradigması hâlâ hakim olmakla birlikte toplumlarda ulus-devlet demir kalıbı ile üstü örtülen ve baskılanan çeşitlilik ve çok-kültürlülük görünür olmaya başladı.
Bu durum modern devletlerin tarafsızlığın ikinci boyutu konusundaki mevcut yapısal eksiklikleri ve zaaflarını aşikâr kıldı. Tek tipleştirişi ulus-devlet stratejilerinin iflası yeni arayışlara kapıyı araladı. Böylece, ortalığı tarafsızlığının ikinci boyutuna ilişkin entellektüel ve politik savlar, kuramlar, talepler, tartışmalar ve siyasalar kapladı.
Ulus devletler tek bir kültürel-etnik topluluğun sert veya ılımlı hakimiyetini içeren siyasi yapılardır. Diğer alt-kültürel gruplar karşısında hakim/çoğunluk grubunun lehinde veya tarafında olan bir ideolojik ve politik örgütlenme içerirler. Dolayısıyla, buna tepki olarak devletin “hakim millet veya hakim kültürel grup” tarafgirliğinden vazgeçmesi ve bütün milletlere/gruplara karşı eşit mesafede olması gerekliliği söylemi ve talepleri ortaya çıktı.
Gerçi “ulus-devlet” tabirinin kendisi bizatihi böyle bir tarafsızlığın yokluğunu, ulusal kimliğin belli bir “hakim” millet veya grup üzerinden inşa edildiğine işaret eder. Bununla birlikte 1980’lerde teoride ve söylemde modern dönemin devlet paradigması olan ulus-devletin gerileyişi ve buna karşın çok kültürlü-devlet paradigmasının ise ilerleyişi başlamıştı. Gerçi, bu değişim sürecinin modern devleti neye dönüştüreceği ve sürecin nasıl evrileceği halen netleşmiş değil, ancak hiçbir şey de eskisi gibi aynı kalamaz artık.
Bütün bu teorik ve politik tartışmalarda, ulus-devlet paradigmasına göre şekillenmiş devletlerin vatandaşlarına eşit mesafede kalmasını sağlayabilmenin mümkün veya makul iki stratejik yolu varmış gibi görünüyordu.
İlk yol, ulus-devletin tarafgir olduğu hakim millet veya kültürel grubu öteki alt-gruplar karşısında kayıran düzenleme ve uygulamaların tasfiyesidir. Bu yol benimsendiğinde yapılması gereken şey hakim milleti veya hakim kültürü devlet eliyle kayıran bütün düzenlemelerin tasfiye edilmesi gerekir.
Bunun için hakim milleti veya grubu referans alarak yapılan kamu finansmanının, kamu kurumlaşmasının, kamu personel istihdamının ve idari-hukuki düzenlemelerin (izin ve tatiller, giyim ve kuşam düzenlemeleri veya ceza hukuku, medeni hukuk alanındaki düzenlemeler) tasfiyesi gerekir. Örneğin bu stratejide zorunlu ve devlet tarafından yapılan/belirlenen eğitim-öğretim faaliyeti yürütmekten devletin vazgeçmesi gerekir. Bu alanı tamamen sivil topluma ve özel girişimlere bırakması istenir.
Bu yol, bana göre hem uygulanabilirlik, hem meşruluk hem de çoğulculuğun gerçek anlamda hayata geçebilmesi bakımından en avantajlı yöntemdir. Ancak ne bu imtiyazları dağıtan politikacılar ne de bu imtiyaz ve avantajlardan faydalanan kesimler bu yola sıcak bakmazlar. Bu yolun seçilmesi devletin küçülmesini, faaliyet alanının daralmasını ve kullanacağı iktidarın sınırlanmasını içerdiğinden sempatizanıyok denecek kadar azdır.
Ayrıca, bu strateji, “farklı” olan kültürel grupların farklılıklarını gerçek anlamda yaşamasına izin vereceğinden, kendi iyi hayat anlayışlarını objektif/evrensel ölçü zannedenlerin şiddetli direnciyle karşılaşır.
Devletlerin tarafgirliğini gidermenin ikinci yolu ise ilkine nazaran hem geniş kabul görmüş hem de yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Sebebi açıktır; çünkü, bu yolda izlenen strateji devletin küçülmesini değil, büyümesini ve toplum üzerindeki iktidar ve kontrol alanını artırması sonucunu getirir.
Bu yöntemde devletin mevcut “hakim milleti” veya “hakim kültürel grubu” kayıran uygulama ve düzenlemelerden vazgeçmesi söz konusu değildir. Bunun yerine diğer “milletler” ve “gruplar” da devlet avantaj ve imtiyazlarından yararlandırılmaya çalışılır. Bir anlamda devletin “tarafsız” olması değil, diğer gruplar için de “tarafgir” olması talep edilir.
Örneğin; Diyanet İşlerini kaldırmak yerine, yanına Alevilerin din işleri için yeni bir kurum teşkil edilir. TRT’yi kaldırmak yerine Kürtçe yayın yapan yeni bir kanal kurulur. Devleti eğitimden dışlamak yerine, çeşitli kültürel gruplar için anadilde eğitim veren kurumsal düzenlemeler yapılır. Merkezi devletin güç ve yetkilerini azaltarak ademi merkezi idareyi desteklemek yerine, kimi bölgesel etnik, dilsel ve dinsel gruplara parlamentoda kota verilir.
İkinci tarafsızlık stratejisi siyasette sosyal devlet furyası döneminde her kesimin kendi için bir takım ekonomik avantajlar elde etme yarışına girmesi benzeri bir etki yarattı. Demokrasideki seçmen talebi-oy ihtiyacı ilişkisi sebebiyle bu ikinci strateji ilkini adeta ezdi geçti.
Çok kabul görmesine rağmen ikinci stratejinin pek çok olumsuz boyutu vardır. İlk olarak devletin aşırı büyümesine ve genişlemesine sebep olur. Her alanda devletin sivil toplumu denetleme ve belirleme fırsatları artmış olur.
İkinci olarak tarafsızlık asla sağlanamaz, çünkü ne devlette bu kadar geniş imkanlar vardır, ne de tam bir tarafsızlık yürütecek hassas bir ölçü sistemi. Her grup ve kesim için bu tür pozitif düzenlemeleri yapmanın yolu yoktur. Bu durumda, genellikle sesi çıkmayan, örgütlü olmayan veya sayısı az olan gruplar devletin dağıttığı imkan ve fırsatlara sahip olamayacaktır. Dolayısıyla farklı grup ve topluluklar bakımından devletin tarafgir olma hali hakkaniyetsizlikle sonuçlanacaktır.
Üçüncü olarak, bu strateji toplumsal çeşitlilik ve çoğulluk bakımından da problemlidir. Bu yolla devlet toplumsal çeşitliliği ve çoğulluğu kendi olağan akışına bırakmak yerine, adeta devlet eliyle, devlet imkanlarıyla ve devlet tarafından belirlenmiş haliyle yaşatmaya girişir. Çünkü her pozitif düzenleme ve yapılanma grupların kimliklerinin ve özelliklerinin tanımlanması, belirlenmesi, sınırlarının çizilmesi, kimlerin gruba dahil olup kimlerin dışarda kaldığının netleştirilmesi vb. gibi konularda karar verme iktidarını devlete bırakır. Sağlanan avantajlar karşılığında gruplarla ilgili söz söyleme yetkisi devlete geçer. Ayrıca, devletin geniş kontrol ve iktidarı sebebiyle farklı kültürel grupların gerçek anlamdaki farklılıklarını yaşayabilmeleri pek de kolay olmaz.
İkinci stratejinin burada değinilenler dışında daha pek çok problemli boyutu olmasına ve bu uygulamaları erken hayata geçiren çeşitli ülkelerde yavaş yavaş olumsuz geri dönüşler alınmaya başlanmasına rağmen Türkiye’de cazibesi çok yüksektir. Çünkü bizim, düşünüp tartışmadan ziyade, uluslararası siyasa gündemini kopyala-yapıştır usulüyle ülkeye aktarmak gibi kötü bir siyasi kültürümüz var.
08.07.2015, Yeni Söz