Çikolata, insanoğlunun yaklaşık 4000 yıl önce keşfettiği ve kimi toplumlarda “Tanrı yiyeceği” kimi toplumlarda “büyülü yiyecek” kimi toplumlarda ise “ilaç” olarak anılan bir mutluluk parçasıdır. İlk olarak Olmekler’in, Maya ve Aztekler’in kakaoyu, sütü ve baharatları kullanarak çikolata içeceğini keşfettikleri düşünülmektedir. Çikolatanın bugün yediğimiz hali ise 17.yy’da Avrupa’nın kakao ile tanışmasıyla gelişmiştir. 19. yy’a geldiğimizde artık çikolata modern şekilde üretilmeye başlamış ve herkesin yiyebileceği bir mutluluk parçası haline gelmiştir. Bu yazıda, kadim ve mistik mutluluk parçasına yakından bakarken bir yandan da bize çağrıştırdıklarından yola çıkarak sohbet edelim istiyorum.
Öncelikle giriş kısmında kısaca tarihine değindiğimiz çikolatanın içeriğine bakalım ve iyi bir çikolatanın peşine düşelim.
Çikolata, kakao, şeker ve kakao yağının biraraya gelmesi ile oluşur. Evet, en basit haliyle bu üç temel maddenin bir araya gelmesidir çikolata. Doğal olarak kalitesi de yapılışındaki ustalık kadar bu maddelerin kalitesine bağlıdır. Bu maddelerin en temeli ise tabiî ki kakao çekirdeğidir. Kaliteli kakao çekirdekleri daha çok ekvator çevresinde yetişmekte ve bunlara “Asil Kakao” anlamına gelen “Criollo” denmektedir. Öte yandan paketli çikolatalarda bu pahalı kakao değil, “Forestero” kakao çekirdekleri kullanılır. Ancak dikkat edin, çoğu yediğimiz çikolatada hangi bölgenin kakao çekirdeği kullanıldığı yazmaz; sadece bazı çikolatalarda kullanılan çekirdeğe vurgu yapılmaktadır. İşte çikolata, bu kakao çekirdeklerinin fermente edilip, kavrulup, macun kıvamında öğütülmesi ve bu macunun her markanın kendine özgü formülündeki oranlarla şeker, süt/süt tozu ile bir araya getirilmesi ile elde edilir. Aslında çikolata yapımı bu kadar basittir. Öte yandan iyi bir çikolata, malzemesindeki kalite kadar verilen emekle de ilgilidir. Pürüzsüz bir kıvama gelmesi, kakao yağının ve kuru maddenin iyice karışmış olması, oranların iyi ayarlanması oldukça önemlidir. Kaliteli bir çikolata pürüzsüzdür, kokusunu duyabilirsiniz ve yediğinizde ağzınızda bir yağ tadı bırakmaz. İşte iyi bir çikolata bunlardan ibarettir!
Günümüzde bu güzel lezzete uyum sağlayan yiyeceklerle mükemmel tatlar elde edilmektedir. Fındık, fıstık, badem, portakal, vişne, çilek, üzüm çikolata ile en çok uyum sağlayan yiyeceklerdir. Çok fazla göremediğimiz ancak çikolataya çok yakışan nane/nane yağı ve zencefili de buradan sizlere önermek istiyorum. Özellikle kahve ile çikolata tercih edecekseniz, naneli çikolatayı mutlaka denemelisiniz.
Tam da bu noktada sizlere çikolata denince akıllara gelen bir öyküyü; ünlü çikolata markası Godiva çikolatalarının logosunda gördüğümüz Lady Godiva’nın hikâyesini anlatmak istiyorum:
11. yüzyıl İngiltere’sinde ağır vergilerden dolayı oldukça zor durumda kalan halka yardım eden asaletin hikâyesidir, bu hikâye. Lady Godiva, yüksek vergiler için eşi Dük’e itiraz eder ve vergileri indirmesini söyler. Dük ise Lady’ye eğer çıplak bir şekilde şehirde dolaşırsa vergileri indireceğini söyler. Dük, Lady’nin bu şartı kabul etmeyeceğini düşünse de Lady şartı, halkı uğruna kabul eder ve çıplak bir şekilde bir at üstünde şehirde dolaşır. Şehir halkı ise, Lady Godiva’ya olan saygılarından ve sadakatlerinden ötürü evlerine kapanırlar ve bir kişi hariç hiç kimse Lady Godiva’ya bakmaz. Bakan kişinin ise kör olduğuna inanılır. Lady Godiva ve halkın bu asil davranışı sonucunda Dük vergileri indirir ve bu öykü de böylece destanlaşır, methedilesi bir öykü halini alır. İşte pek çok çalışmaya ilham veren bu öykü İsmet Özel’in Amentü şiirinde de geçer:
“bense anlamış değilim böyle maceralardan. ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur”
Lady Godiva’nın asaleti, halkı için mücadelesinde yatsa da eski zamanlardan beri insanoğlu için önemli bir probleme daha işaret etmektedir: Vergilere. Gerçekten de eski zamanlardan bu yana vergilerin insanoğlu için başlıca problemlerden biri olduğunu kabul etmek gerekir. Yine de geldiğimiz noktada, modernleşme ile birlikte vergilerin de belirli standartlara ulaştığını ifade etmekte fayda vardır. Günümüzde devletlerin mülkiyet hakkına meşru bir müdahalesi olarak kabul edilen vergilendirme hususunda AİHS’nin 1 nolu ek protokolünün 1. maddesi şu şekildedir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
Görüldüğü üzere devletlerin vergilendirmeleri belirli ilkeler dahilinde devletin mülkiyete meşru müdahalelerinden birisi olarak görülmektedir. Ancak vergiler ve vergilendirme, meşruiyetin yanı sıra başkaca konular eşliğinde de incelenmesi gereken bir konudur. Örneğin David Hume vergiler ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Özgür bir toplumda dejenerasyonun kaynağı, borçlanma uygulamalarının artması, vergilerin dayanılmaz boyutlara ulaşması ve mülkiyetin devlet yönetiminde kullanılmasıdır.” (David Hume)
Hume’un bu görüşlerinde ne kadar haklı olduğunu söylememize gerek yok. Düşük vergilendirme; hızlı sanayileşme, nüfus hızında artış, devletin başta mülkiyet olmak üzere pek çok alanda bireyin haklarına daha az müdahale etmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla da vergilendirmedeki kanunilik, ölçülülük, denge, öngörülebilirlik/belirlilik, genellik gibi ilkelerin yanı sıra vergi kalemleri ve oranları da sık sık tartışılmaya açılmalı ve vergiler karşısında halk ezdirilmemelidir. Öte yandan, günümüz Türkiye’sinde vergi oranlarını tartışırken muhakkak görmemiz gereken bir gerçek ise yüksek enflasyon gerçeğidir. Çünkü enflasyonun, mülkiyet hakkı ve devletin müdahalesi noktasında konuşulması gereken bir yönü daha vardır. Bu nokta da M. Friedman’ın “enflasyon kanunsuz vergidir” sözü aslında bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
Gerçekten de enflasyon ile birlikte TL’nin değer kaybetmesi ile devlet aslında vatandaşına ödediği her bir kuruştan kâr etmekte, diğer yandan enflasyon oranının üzerinde yaptığı tüm zamlardan ise vatandaşlarından fazladan kazanç sağlamaktadır. Diğer yandan döviz cinsinden yapılmamış (ki döviz de gerçek enflasyon oranında artmamıştır) borçlanmalarda da devlet aslında borcunu ciddi şekilde azaltmış sayılabilir.
Bunun sonucunda ise alım gücünün ciddi oranda azaldığı aşikârdır ve vatandaşlarımız fakirleşmektedir. Yani bir yandan yüksek enflasyon bir yandan ise vergiler vatandaşlarda ciddi bir yüke neden olmaktadır. Devlet, enflasyonla mücadele etmek zorundayken bir yandan da vergilerin altında ciddi şekilde ezilmiş olan halkına kolaylık sağlamalı, vergileri düşürmelidir.
Çikolata ile başladığımız bu yazıyı, 1808 yılında yayınlanan Goethe’nin ünlü eseri Faust’taki kentlinin vergi isyanı ile bitiriyorum:
“Hayır, beğenmiyorum yeni belediye başkanını!
Başkan olduğundan beri daha da küstahlaştı,
Ne yapıyor ki şehrimiz için?
Her gün daha kötüye gitmiyor mu durum?
Her zamankinden daha çok boyun eğmemiz
Ve eskisinden fazla vergi ödememiz gerek”
Faust– Goethe s.68
(Bu yazının ilk halini Şirazlı Goethe adlı bloğumda yayınlamıştım. Bir kısım değişiklikler yapıp ama aynı konsepti sürdürerek, yemek & politka & hukuk konularını harmanlayarak, yeniden kaleme aldım. Saygılarımla)