24 27 Mayıs tarihleri arasında Norveç’in başkenti Oslo’da, Demokratik Gelişim Enstitüsünün (DPI, Democratic Progress Institute) “Zor Zamanlarda Kapsayıcı Diyalogu Gerçekleştirmek” başlıklı toplantısına katılan Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç Dr. Vahap Coşkun, toplantının içeriğine dair Tigris Haber’e konuştu.
24 27 Mayıs tarihleri arasında Norveç’in başkenti Oslo’da Democratic Progress Institute (Demokratik Gelişim Enstitüsü – DPI) adlı kuruluşun “Zor Zamanlarda Kapsayıcı Diyalogu Gerçekleştirmek” başlıklı bir toplantısı yapıldı. Bu toplantıya çözüm sürecindeki Akil İnsanlar Heyeti üyelerinin bir kısmı katıldı. Siz de onlar arasındaydınız. Söz konusu bu toplantıdaki izlenimlerinize geçmeden önce, bu toplantıların çerçevesine ilişkin neler söylemek istersiniz?
DPI, uzunca bir süreden beri bu tür çalışmaları yapıyor. Bu çalışmalarda dünyanın çeşitli bölgelerindeki çatışma çözümleri üzerinde duruluyor. Daha önceki toplantılara AK Parti, HDP ve CHP’den milletvekilleri katılmıştı. Bu sene içerisinde de DPI’nin bu çerçevede önemli çalışmaları oldu. Örneğin, önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu ağırladılar. Ardından Mehdi Eker, Efkan Ala ve Taner Yıldız’dan oluşan AK Partili bir heyeti davet ettiler.
Sizin katıldığınız çalışmaların başlıkları nelerdi?
Oslo’da DPI’nin iki çalışmasına katıldım. Nisan ayında yapılan ilk çalışmanın konusu “Çatışma Çözümlerinde Medyanın Rolü” idi. Türkiye’den gazeteci, köşe yazarı ve akademisyenlerin katıldığı bu toplantıda, bilhassa Kuzey İrlanda ve Kolombiya’da medya kuruluşu ve aktörlerinin çözüm süreçlerine olan olumlu ve olumsuz etkileri üzerinde duruldu.
Peki, ikinci çalışma?
Oslo’daki ikinci çalışma Mayıs ayında yapıldı. Burada ise “Çatışma Çözümlerine Toplumsal Katılım” meselesine odaklanıldı. Güney Afrika ve Filipinler’deki süreçlerin doğrudan içerisinde bulunan aktörlerin katılımıyla bir toplantı yapıldı. Karşılaştırmalı bir bakışla, farklı süreçlerin güçlü ve zayıf oldukları yönler ele alındı, süreci yürütenlerin deneyimlerinden istifade edildi.
Sizce bu tür çalışmalar ne tür bir fayda sağlıyor?
Karşılaştırmalı analizlerin en önemli faydası, çatışma çözümleri için alet çantasını zenginleştirmesidir. Dünyanın farklı bölgelerindeki örneklerin tahlili, sizin süreçlerin nerede başarılı olduklarını ve nerede zafiyet gösterdiklerini, hangi mekanizmaların işe yarayıp hangilerinin yaramadığını daha net görmenizi sağlar. Gaye, herkesin kendi sorunlarını göz önünde bulundurarak bunlardan kendi payına düşeni alması ve çatışmaları sonlandırmak için yürütülen ya da muhtemel olan süreçlerde bu bilgilerden azami şekilde yararlanmasıdır.
Türkiye’deki süreç de tartışıldı mı bu toplantılarda?
Şüphesiz hiçbir süreç aynı değil; her bir süreci kendine özgü şartları içinde incelemek gerekir. Ancak bütün süreçleri başarılı ya da başarısız kılan bazı temel hususlar var. Dünya örnekleri üzerine konuştuğunuzda, kaçınılmaz olarak, kendiniz için de bazı dersler çıkarırsınız. Her bir örnek size meselelerin farklı açılarını görmenizi sağlar; her bir örnekten siz yeni bir şey öğrenirsiniz. Bu bağlamda, elbette ki Türkiye’deki çözüm süreci de konuşuldu. Maalesef arzu edilen şekilde sonuçlanmayan bu sürecin artıları ve eksileri değerlendirildi.
Üçüncü bir toplantı olacak mı ya da bunun gündemi belli mi?
Oslo’da bir başka toplantının yapılıp yapılmayacağına dair bir bilgim yok. Sadece şunu söyleyebilirim: DPI’nin yürüttüğü bir projesi var. Bu proje kapsamında toplumun farklı kesimlerinin (gençlerin, kadınların, iş insanlarının, vb.) çatışma süreçlerine katılımı ve etkisini araştıran bu nevi çalışmalarına devam edecektir.
Nisan ayında yapılan toplantıda, çatışma çözümünde medyanın rolünün tartışıldığını belirttiniz. Bunu biraz açar mısınız? Böylesi süreçlerde medyanın tutumu nasıl olmalı?
Medyanın her bir süreç üzerinde — müspet ya da menfi — ciddi bir etkisi var. Medyanın kullandığı dil ve yayın politikası, süreçleri kolaylaştırabilir de, zorlaştırabilir de. Misal, Kolombiya’da hükümet ve FARC bir süre görüşmeden sonra bir barış anlaşması üzerinde mutabık kaldılar. Anlaşma, halkoyuna sunuldu. Ancak beklenenin aksine halk oylamasında barış anlaşmasına “Hayır” çıktı. Süreci yürüten Başkan Santos’un Basın Sözcüsü, bu sonucun çıkmasında medyanın son derece etkili olduğunu belirtti. Ona göre, anlaşmaya dönük muhalefetin öne sürdüğü çok sayıda gerçek dışı iddia vardı. Ancak sürecin tarafları medyayı iyi kullanamadıkları için bu gerçek dışı beyanları çürütmede ve halkın endişelerini gidermede başarısız oldular. Anlaşma da reddedildi.
Taraflar ne yapmalı?
Bir çözüm sürecinde tarafların mutlaka bir medya politikası olmalı. Bunun en önemli ayağı, medyanın süreç hakkında kısa sürede, doğru ve şeffaf olarak bilgilendirilmesidir. Süreç karşıtları toplumun kafasını bulandırabilir ve insanların korkularını ayaklandırabilir. Taraflar doğru bir medya stratejisiyle bu korku ve endişeleri gidermeye çalışmalıdır. Medyanın doğru kullanımı, süreci rahatlatır. Yanlış kullanımı ise işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir.
Peki, Mayıs’ta yapılan ve “çatışma çözümlerine toplumsal katılım” meselesi üzerine sürdürülen toplantının içeriğine dair neler paylaşmak istersiniz?
İki noktayı özellikle belirtmek isterim. Birincisi, eğer bir yerde uzun yıllara dayanan bir çatışma varsa, bu çatışma birçok açıdan toplumsal yapıyı tahrip eder. Böylesi çatışmaları sonlandırmak, sadece tarafların üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Toplumu bölen, kitleleri karşı karşıya getiren ya da getirme olasılığı bulunan bir çatışmayı bitirmek yalnızca çatışan taraflara bırakılamaz. Barışı sağlamak ve demokrasiyi kurmak için herkesin yapabileceği bir şey vardır. O sebeple mümkün mertebe toplumsal kesimleri sürecin paydaşı kılmak gerekir.
Bu, nasıl olacak?
Çeşitli kanallar var. Toplumsal katılım, gerek bireysel ve gerek kurumsal (sivil toplum örgütleri) düzeyde olabilir. Kişisel ve kurumsal girişimler, sürecin seyrine göre çeşitli şekillere bürünebilir. Misal, sürecin başında toplumu bilgilendirme, çözüm fikrini destekleme, çatışmanın topluma kaybettiren yüzünü belgeleme, barış siyasetini her dem canlı tutma gibi aktiviteler yapılabilir. Sonrasında ise sürecin yürütülmesine doğrudan katkı, gözetleme ya da denetleme şeklinde gerçekleşebilir.
Peki, ikinci nokta nedir?
O da şudur: Bir çatışmayı nihayete erdirmeyi amaçlayan bir barış anlaşmasının içeriği önemlidir. Keza tarafların iradesi ve süreç içindeki tavırları da önemlidir. Ancak bir barış anlaşması ne kadar iyi olursa olsun ve tarafların niyeti ne kadar halisane olursa olsun, anlaşmanın tatbik edilmesinin mutlak bir garantisi yoktur. En iyi garanti, anlaşmanın toplumun geniş kesimlerince kabul edilmesidir.
Yani, meşruiyet sorunu!
Evet, kesinlikle! Anlaşmanın uygulanmasını sağlayacak olan, onun meşruiyetidir. Meşruiyet debisi ne kadar büyük olursa, anlaşmanın hayata aktarılması o kadar rahat olur. Unutulmamalıdır ki, bir çatışmadan en fazla zarar gören toplumun kendisidir. O nedenle bir süreçte toplumun kaygılarını, endişelerini, beklentilerini doğru tespit etmek; bunların giderilmesi için gerekli mekanizmaları kurmak; toplumsal kesimler ile sürecin tarafları arasında ara yüzler oluşturmak gibi konular yaşamsal değerdedir. Doğru araçlarla toplumun sürece müdahilliği temin edildiğinde, çatışmanın etkisini azaltmak ve barışı güçlendirmek daha olanaklı hale gelir. Filipinler’de olduğu gibi bu noktada son derece yaratıcı ve ümit verici misaller var.
Toplantıya akademisyenlerden, gazetecilerden, kanaat önderlerinden, siyasetçilerden katılım oldu. Peki, toplantı sonrası ülkeye geldiğinizde çalışmaların sonuçlarıyla ilgili hükümete herhangi bir öneri sundunuz mu?
Hayır, burada hükümete ya da bir başka yapıya sunulmuş bir öneri sunulmadı. Ancak çalışmaya katılanların, çeşitli yollarla görüşlerini kamusal alana aktarma şansları bulunuyor. Nitekim bu toplantılardan sonra, toplantılara katılanların bir kısmı oradan edindikleri deneyimleri ve bunun Türkiye bağlamında ne anlama geldiğine dair görüşlerini programlarda, gazete köşelerinde veya başka toplantılarda paylaştılar. Dolayısıyla bu çalışmalara dair kendi fikirlerini kamuoyunun tamamına sundular. Ama spesifik olarak devlete ya da çözüm sürecinin taraflarına iletilmiş bir durum yok.
Türkiye’de Kürt sorunun çözümü konusunda ufukta yeni bir çözüm süreci gözükmüyor. Hattâ hükümetin bu sorunun çözüldüğü yeni bir çözüm sürecinin olmayacağı yönünde değerlendirmeleri basına yansıdı. Siz yeni bir çözüm süreci hakkında neler düşünüyorsunuz?
Oslo’daki iki toplantıya gösterilen ilgi, toplumun bu noktada bir beklentisinin olduğuna işaret ediyor. Sorunun çözüm yoluna girmesi, çatışmaların durdurulması, bir barış atmosferinin oluşturulması yönünde, bilhassa toplumun bazı kesimlerinde yüksek bir beklenti var; bu, görülüyor. Ancak mevcut şartlarda, kısa bir süre zarfında Türkiye’de tekrar bir çözüm sürecinin başlayabileceğini söyleyecek durumda da değiliz. Bana göre, Türkiye’deki Kürt meselesini artık sadece Türkiye içindeki gelişmelere bağlamanın imkânı yok; bunu bölgesel bir kontekst içinde düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla yeni bir sürecin başlaması veya belirebilmesi bölgedeki ve özellikle de Suriye’deki dengelerin ve taşların yerine oturmasıyla bağlantılıdır.
Geçtiğimiz günlerde Saadet Partisinin “Kürt Meselesi” raporu açıklandı ve bölgedeki STK’lardan söz konusu rapora eleştiriler ya da raporun eksikliklerine yönelik değerlendirmeler yapıldı. Siz SP’nin Kürt raporunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye üç yıldır bir çatışma döneminden geçiyor. Bu dönemde Kürt meselesinin çözümüne yönelik demokratik ve siyasi adımlar hiç konuşulmadı, neredeyse unutuldu. Böylesi bir ortamda iktidardaki AK Parti’nin içinden doğduğu siyasi geleneğin temsilcisi olan Saadet Partisi’nin bir Kürt Raporu hazırlamasının ve birtakım önerilerde bulunmasının önemli olduğu kanısındayım. Şüphesiz rapor hakkında farklı kanaatler serdedilecektir. Raporun önerileri, meselâ Diyarbakır’ın beklentilerinin altında da olabilir. Ancak yine de altını çizerek belirtmek isterim ki, Kürt meselesinin ağza alınmadığı, çözüm ve demokratikleşme gibi kavramlardan hayli uzaklaşıldığı bir vakitte Saadet Partisi’nin böyle bir raporu gündeme taşımasını çok olumlu buluyorum.
STK’ların Saadet Partisi’nin Kürt raporuna yönelttikleri eleştirilerin odağında, “kolektif haklar” konusunda raporun meselesinin özüne dokunmadığı, etrafında dolaştığı yer aldı. Siz “kolektif haklar / bireysel haklar” konusunda ne düşünüyorsunuz, sizce bu ayrım neye göre, nasıl yapılıyor?
Öncelikle “kolektif haklar” ve “”bireysel haklar” kavramlarının insan hakları literatüründe oldukça tartışmalı kavramlar olduğunu hatırlatmak isterim. Hakları keskin bir şekilde “bireysel” ve “kolektif” olarak ikiye ayırmanın mümkün olup olmadığı, kompartımancı bir perspektifle hakları düzenlemenin insanların faydasına olup olmadığı gibi konular üzerinde yoğun münakaşalar var. Kürt meselesi özelinde, bu tartışmaya dair iki şey söylemek isterim.
Bir, kavram fetişizminden uzak durulmalı. Önemli olan hakkın tanınması ve onun en mümkün olan en geniş kesimlerince kullanılmasıdır. Bunun hangi kavramlarla yapıldığının önemi yoktur. Hakların anayasal ve yasal formülasyonunda ara formüller bulunabilir. Hattâ bazı mimli kavramlar kullanılmadan da hakkın içeriğine yönelik düzenlemeler yapılabilir.
İki, bugün için asıl merkeze alınması gereken konu, çatışmaların nasıl sonlandırılacağıdır. Zira bir çatışmanın varlığı halinde yasal ve anayasal hakları konuşmak da, bunların mevzuatta ne şekilde yer alacağına dair tartışmalar yapmak da güçleşir.
“Öncelik, çatışmaların durması olmalı” diyorsunuz.
Şüphesiz. Ortada insanların hayatlarına mal olan çetin bir çatışma varken, “Haklar bireysel mi olsun, kolektif mi olsun?” tarzı bir yoğunlaşmanın, sorunu çözüme kavuşturmada ciddi bir katkısı olacağı kanısında değilim. Öncelikler, doğru belirlenmeli. Temel öncelik, şu an için, çatışmaların durdurulması, siyaset kanallarının açılması ve demokratik bir müzakere ortamının gerçekleştirilmesidir.
Güncel bir soru ile konuyu bağlarsak; Cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde olmasını ve seçim çalışmalarını özgürce yürütecek koşullardan yoksun olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Demirtaş’ın tutukluluğu, hukuki ve siyasi olmak üzere, iki boyutlu olarak değerlendirilebilir: Hukuki açıdan, Demirtaş’ın yargılanmasının tutuklu olarak sürmesini gerektirecek bir neden olmadığını düşünüyorum. Zira bir tedbir olarak tutukluluğu gerekli kılan bazı şartlar var. Demirtaş dosyasında bu şartlar söz konusu değil. Daha açık bir anlatımla, uzunca bir süredir tutuklu bulunan Demirtaş için tüm deliller toplanmış durumda. Demirtaş’ın delilleri değiştirmesi veya dâvânın tanıkları üzerinde baskı uygulaması da söz konusu değil. Keza cumhurbaşkanı adayı olan birinin kaçacağı da düşünülemez. Dolayısıyla Demirtaş, tutuksuz yargılanmalıdır.
Peki, siyasi açı?
Siyasi olarak da bakıldığında da, cumhurbaşkanlığı seçiminin adil olabilmesi için adayların asgari bir eşitlik koşulunda hareket etmeleri gerekir. Diğer cumhurbaşkanı adayları birçok kanaldan görüşlerini kamuoyuna taşırken, haksız bir şekilde tutuklu olan Demirtaş’ın sadece avukatları aracılığıyla sosyal medya üzerinden iletişim kurabilmesi seçimin adilliğine gölge düşürüyor. Bu nedenle yapılması gereken, Demirtaş’ın tahliye edilmesi ve seçim yarışını özgürce yürütebileceği koşullara kavuşturulmasıdır.